CANA GELEN ZARARLAR NEDENİYLE MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT
ÇELİK AHMET ÇELİK
GENEL BÖLÜM
I- KONUYA GENEL BAKIŞ
Hukuk toplumun temeli olduğuna göre, yasaların öncelikli olarak kişilerin “yaşama hakları”nı güvence altına alacak biçimde düzenlenmesi ve yasaları uygulayacak olanların da bu hakkı titizlikle korumaları gerektiğini kabul etmeliyiz. Yaşama hakkı, siyasal amaçlı “İnsan hakları” söylemlerinden çok daha önemlidir. Çünkü bireylerin can güvenliğini yeterince sağlayamıyorsak, soyut “insan hakları” kavramının bir anlamı ve önemi kalmaz.
Yaşama hakkının ayrılmaz parçası “sağlıklı yaşama” hakkıdır. Bu evrensel bir konudur. Bunun içinde çözüm bekleyen çevre sorunları, havanın, suyun, toprağın kirletilmesi, ormanların yokedilmesi, besinlerin doğal yapılarının değiştirilmesi, aşırı kazanç hırsıyla insan sağlığını bozan yiyecek, giyecek ve aygıtlar üretilmesi ve satılması, gelirin ve kaynakların paylaşımındaki dengesizlik, ekonomik eşitsizlikler, üretim ve tüketim savurganlığı ile yaşam kaynaklarının tüketilmesi ve bazı türlerin geri dönülmez biçimde yokedilmesi, sömürü gibi konular vardır.
Biz burada bu kadar geniş ve kapsamlı konuları ele alacak değiliz. Konumuz, “yaşama hakkı” temelinde haksız eylem veya hukuka aykırı bir olay sonucu ölüm/öldürme veya bedensel zarara uğratma nedeniyle ödenecek tazminatın ne olması, nasıl hesaplanması gerektiği ile sınırlıdır. Uygulamada neler yapıldığını veya neler yapılması gerektiğini anlatmaya başlamadan önce, bu konuya bakış açımızı ve temel ilkelerimizi açıklama gereğini duyuyoruz. Sırasıyla:
1) Haksız eylem veya hukuka aykırı bir olay sonucu öldürülen veya ölümüne neden olunan kişinin yakınlarına ya da bedensel zarara uğratılanlara kesinlikle bir tazminat ödenmeli; kişileri haksızlığa uğratacak ve zarar sorumlularını tazminat ödemekten kurtaracak yorum, uygulama ve yasal düzenlemelerden kaçınılmalıdır.
2) Her kişinin hukukça korunması gereken bir “yaşama hakkı” olduğuna göre, ödenecek tazminatın miktarı konusunda kişiler arasında eşitlik sağlamanın yolları aranmalı; varlıklı-yoksul ayrımı yapılmaksızın ve zara,ra uğrayanların toplumdaki yerleri ile iş ve kazançlarına bakılmaksızın ortak bir (taban) tazminat ölçüsü bulunmalıdır.
3) Ödenecek tazminatın sorumluluk ölçüsü “toplumsal tehlike-sosyal risk” ağırlıklı olmalı; kusur sorumluluğundan daha fazla “objektif tehlike sorumluluğu” ilkesine göre değerlendirme yapılmalıdır.
4) Sigorta güvenceleri de “sosyal risk” ilkesine uygun olmalı; “sorumluluk sigortaları” belirsiz, tartışmalı, yetersiz bir takım hesap formüllerine dayalı olduğundan, önceden belirlenmiş miktara (meblâğa) dayalı “can sigortaları” yaygınlaştırılmalı; hemen tüm iş kollarında, işyerlerinde ve çalışma alanlarında can sigortası (kaza sigortası) yaptırılması “zorunlu” hale getirilmelidir.
5) Zarar gören kişilerin “zararı” ne ise, haksız ve hukuka aykırı olay sonucu neyi kaybetmişlerse, neleri eksilmişse, nelerden ve kimlerden yoksun kalmışlarsa onun karşılığı (ortak bir ölçü çerçevesinde) tazminat olarak ödenmeli; sorumluluk (zarar) sigortalarında, eğer zarar görenlerin kusura katılımları (kusurları) yoksa, tazminattan indirim yapılması asla düşünülmemelidir. Özellikle, haksız eylemin yol açtığı zarar ile “nedensellik bağı” kurulamayacak olan (miras, miras gelirleri, şirket kâr payları, sosyal güvenlik gelirleri, kaza ve yaşam sigortalarından alınan paralar gibi) kazanım ve edinimler tazminattan indirim nedeni olmamalı; kişilerin kendi olanaklarıyla veya yakınlarının yardımlarıyla zararı gidermiş bulunmaları, tazminatın reddi sonucunu doğurmamalıdır. Zaten, 6098 sayılı yeni Türk Borçlar Kanunu’nun 55.maddesiyle bu konuda kesin bir çizgi ve sağlam bir ölçü ortaya konulmuştur.
Aşağıda, savunduğumuz bu ilkeler doğrultusunda, tazminat ve sigorta konularının ayrıntılarına gireceğiz.
II- GENEL OLARAK ZARAR VE TAZMİNAT
1- Tazminat ve zarar kavramları
a) Tazminat, haksız eylem veya hukuka aykırı bir olay sonucu, isteyerek (kasıtlı) veya istemeyerek (taksirli) verilen maddi ve manevi zararların karşılığının “ödenmesi” veya “ödetilmesi”dir.
Zarar, öğretide dar ve geniş anlamda olmak üzere iki türlü tanımlanmaktadır.
Geniş anlamda zarar, kişinin hukukça korunan maddi ve manevi varlıklarında istenci dışında meydana gelen olumsuz değişiklikler, eksilmeler ve yitiklerdir.
Dar anlamda zarar, bir kimsenin malvarlığında istenci dışında meydana gelen eksilmedir. Buna kısaca “maddi zarar” denilmektedir.
Maddi zarar, genellikle fark kuramına dayandırılmakta ve “malvarlığının aktifinin azalması ve pasifinin artması veya kazanç kaybına uğranılması; zarar verici eylem veya olay olmasa idi, malvarlığının alacağı durum ile eylem sonucu aldığı durum arasındaki fark” olarak tanımlanmaktadır.
Fark kuramı daha sonra yumuşatılarak, geleneksel malvarlığı anlayışına bağlı zarar kavramının kapsamı “normatif zarar” kuramıyla genişletilmiş; parayla ölçülebilen bazı değerlerin eksilmesi veya yitirilmesi de maddi zarar kabul edilmiştir. Örneğin, haksız eylem sonucu beden gücü eksilen kişinin henüz bir işi ve kazancı bulunmasa bile çalışma ve kazanç elde etme yeteneğini belli bir oranda veya tümüyle yitirmiş olması ya da çalışan kişinin kazancı azalmasa bile aynı kazancı elde ederken sakatlığı oranında daha fazla güç harcayacak olması, tazminat isteminin haklı nedeni kabul olunmuştur. Bu konuyu ilerde can zararlarına ilişkin bölümlerde geniş biçimde ele alacağız ve başka örnekler vereceğiz.
b) Zarar, sorumluluk hukukunda “tazminat” borcu doğuran koşulların en önemlisidir. Bir eylem veya olay, hukuka aykırı olmasına karşın, bir “zarar” doğurmamışsa, tazminat da söz konusu olmaz. Bir zarar doğmuş olup da, haksız eylem veya hukuka aykırı olay ile zarar arasında “neden-sonuç” ilişkisi kurulamıyorsa ya da zarar görenin ağır kusuru veya önlenemez doğa olayı (mücbir sebep) gibi nedenlerle sorumluluk yönünden “nedensellik bağı” kesilmişse, gene tazminat istenemeyecektir.
2- Zarardan sorumluluk ve sorumlular
Zarar sorumluları ve zarardan sorumluluk, öğretideki bölümlendirmelere koşut olarak, 6098 sayılı yeni Türk Borçlar Kanunu’nda da “kusur sorumluluğu ve kusursuz sorumluluk” olarak iki ana bölüme ayrıldıktan sonra, kusursuz sorumluluk 1.Hakkaniyet sorumluluğu, 2. Özen sorumluluğu, 3.Tehlike sorumluluğu olarak üçe ayrılmıştır.
3- Zarar türleri
Öğretide zarar türleri değişik biçimlerde bölümlendirilmekte olup, bize göre şöyle bir ayrım yapılabilir:
a) Maddi zarar - Manevi zarar,
b Kişilere ilişkin zararlar - Nesnelere ilişkin zararlar
c) Doğrudan zarar - Dolaylı zarar (bağlantılı zarar)
ç) Doğrudan etkilenenin zararı - Dolayısıyla etkilenenin zararı (Yansıma zarar)
d) Gerçekleşmiş zarar - Gerçekleşecek zarar
e) Olumlu zarar- Olumsuz zarar
f) Somut zarar - Soyut zarar
g) Biz, bu türlere bir yenisini ekliyoruz ve “can zararı - mal zararı” ayrımına yer veriyoruz.
4- Zarar türlerine ilişkin bazı açıklamalar
Yukardaki zarar türlerini, ölüm ve bedensel zararlar nedeniyle tazminat konularıyla ilişkilendirerek şu açıklamaları yapabiliriz:
a) Maddi zarar, hem kişilere hem nesnelere ilişkin zararlarda söz konusu ise de, manevi zarar, yalnızca kişi varlığı zararları içindir.
b) Kişilere ilişkin zarar ile nesnelere ilişkin zarar ayrımında, “nesnelere” ilişkin zararlar, “taşınır taşınmaz mallara, eşyaya ve benzeri şeylere gelen zararlar” anlamında olup; bu tür zararlar ile zararın değerlendirmesinde söz konusu “malvarlığında eksilme” kavramı birbirine karıştırılmamalıdır. Bu ayrım özellikle, yaygın ve yanlış bir biçimde “can” zararlarının “malvarlığı zararı” olarak değerlendirilmesinde önem taşımaktadır. Aşağıda can zararları konusunda görüşlerimizi açıklarken bu konu üzerinde çokça duracağız.
c) Doğrudan zarar, haksız eylemin ilk ve yakın sonucu olan zarardır. Dolaylı zarar ise, ilk zarara bağlı ve ondan yansıyan zarardır. Dolaylı zarar, bize göre yansıma zarar değil, asıl zarardan kaynaklanan ve onunla bağlantılı olan “ek zarar”dır. Örneğin, trafik kazasında bir organını yitiren kişinin bu zararı doğrudan zarardır. Eğer bu kaza, kişinin çektiği sıkıntılar nedeniyle ruh sağlığını bozmuşsa, diyabet veya kalp hastalığını tetiklemişse, bunlar dolaylı zarardır ve asıl zararla birlikte tazminat olarak değerlendirilmesi gerekir.
ç) Haksız eylemden veya hukuka aykırı olaydan zarar gören “doğrudan etkilenen” kişidir. Bu kişinin uğradığı zarardan “dolayısıyla etkilenen” üçüncü kişiler de olabilir.Buna öğretide “yansıma zarar” denilmektedir. Örneğin, trafik kazasında yaralanarak aylarca sahneye çıkamayan şarkıcı yüzünden, konser düzenleyicisi kazanç kaybına uğramışsa, bu kişinin zararı “yansıma zarar”dır. Bunun gibi, işverenin ölümüyle işyeri kapanmışsa işsiz kalan işçilerin, tiyatro sanatçısının ölümüyle kapalı gişe oyunun sona ermesi yüzünden kazanç kaybına uğrayan tiyatro sahibinin, sinema oyuncusunun ölümüyle filmi yarıda kalan yapımcının, yıldız futbolcunun beden gücü kaybına uğramasıyla spor kulübünün, üst düzey yöneticinin ölümüyle kazancı azalan şirketin zararları “yansıma zarar”dır. Doğrudan zarar görenlerden yansıyan bu dolayısıyla zararlar nedeniyle “üçüncü kişi” konumundaki kişilerin tazminat isteme hakları yoktur.
Öğretideki kimi görüşler, yukardaki örneklerde "dolayısıyla zarar" gören ve tazminat isteyemeyecek olan kişiler gibi, ölenin desteğinden yoksun kalan (eşi,çocukları, annesi, babası vb.) yakınlarını da "üçüncü kişi" olarak nitelemekte; bu kişilerin doğrudan değil dolaylı zarar gördüklerini, dolaylı zararın bir alt kavramının "yansıma zarar" olduğunu, her ne kadar yansıma yoluyla zarar görenlerin tazminat isteme hakları bulunmamakta ise de, ölenin desteğinden yoksun kalan yakınlara yasal düzenlemeyle bu hakkın tanındığını; yakınların tazminat isteme haklarının yansıma zararın ayrık bir durumu olduğunu ileri sürmekte iseler de, bizce, bu görüşler son derece yanlıştır. Çünkü ölen kişi, ölüm yüzünden zarara uğramadığına göre, bunun yansıması da olmaz. Hem ölen kişinin zarara uğradığından sözetmek doğa yasalarına aykırıdır; onun malvarlığı üzerindeki tasarrufu ölümle sona ermiştir. Zarar kavramı ve zarara uğrama olgusu, yaşamda var olan ve yaşayan kişiler (sağlar) için söz konusudur. Ölen için yaşam sona ermiş, kâr-zarar hesabı bitmiştir. Halk deyişiyle, dünya malı dünyada kalmıştır.
Öte yandan,"destekten yoksun kalma tazminatının doğrudan doğruya hayatta kalanların kişiliklerinde doğan bağımsız bir hak (doğrudan zarar) olduğu, bu hakkın onlara ölenden geçmediği" tanımı ile "yansıma zarar" görüşü çelişmektedir.
Zararı, hem destekten yoksun kalan kişilerin “malvarlığının eksilmesi” olarak tanımlayacaksınız, hem de ölenin zararından söz edeceksiniz. Oysa, öldürülen kişi bir zarara uğramamış, malvarlığı eksilmemiş, yalnızca bu dünyadaki varlığı sona ermiştir. Ölenin malvarlığı, mirası (ki varsa) yerinde durmaktadır, eksilmemiştir. Eğer eksilecek veya ortadan kalkacaksa, bunu mirasçılar veya üçüncü kişiler gerçekleştireceklerdir.
Mantıksal ve ekonomik açıdan bakıldığında “yararlanma” olgusunda, hem nesneler hem kişiler vardır. Bir kimse “yararlandığı” bir nesneyi, bir eşyasını, bir malvarlığını yitirmişse bu bir “doğrudan zarar”dır. Aynı kişi ekonomik yönden “yararlandığı”, kendisine ekonomik yönden destek olan, yardımını gördüğü kişiyi yitirmişse, tıpkı yitirdiği nesne (eşya, para, mal gibi) “doğrudan zarar” görür. Buna yansıma zarar demek yanlıştır. Hem, zarar kavramı, “malvarlığında azalma, ekonomik yönden aktifin azalıp pasifin artması” biçiminde tanımlanmıyor mu ? O halde ölenin ekonomik katkısından yoksun kalınması neden yansıma zarar olsun? Parasal destekliğin dışında, yardım ve hizmet ederek desteklikte bile bir “doğrudan yoksun kalınma” olgusu vardır.
Özetle, yararlanılan bir nesnenin yitirilmesi ile yararlanılan bir kişinin yitirilmesi arasında ekonomik ve mantıksal açıdan hiçbir fark yoktur. İkisi de “doğrudan zarar”dır.
Yargıtay, ağır bedensel zarara uğrayan kişinin yakınlarının manevi tazminat isteme haklarını bile “yansıma zarar” değil, “doğrudan zarar” olarak nitelemekte; onların olaydan doğrudan etkilendiklerini kabul etmektedir. Bu nitelemeye bakarak ve destekten yoksun kalma tazminatı isteme hakkının, mirasçılık sıfatından bağımsız, ölümle intikal etmeyen, destekten yoksun kalanların kişiliklerinde oluşan bağımsız bir hak” olduğu tanımını da anımsayarak, bunun “yansıma zarar” olarak görülmesinin asla doğru olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Şunu da ekleyelim ki, destekten yoksun kalma tazminatının "yansıma zarar" olarak nitelenmesinin vardığı sonuç "yansıma kusur" olunca, bir yanlışa daha düşülmektedir ki o da şudur: Ölen destek belli bir oranda kusurlu ise tazminatın kusura göre indirilmesi veya tam kusurlu ise davanın reddedilmesi, ölen kusurlu olduğu için değil, davalı kusursuz veya az kusurlu olduğu içindir. Karşı taraf, elbette, kusuru kadar tazminat ödeyecektir. Burada söz konusu olan indirim değil, karşı tarafın kusur oranına göre tazminat yükümlülüğüdür.
Bu konuda bazılarının anlamamakta direndiği bir başka husus da, 2918 sayılı KTK’nun 92.maddesi (b) bendindeki işleten ve sürücü yakınlarının Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası’ndan yararlanma hakları konusundadır. Yasa’nın açık hükmüne karşın, “yansıma zarar” savunucuları, “kimse kendi kusurundan yararlanamaz” ilkesini öne sürerek işleten ve sürücünün “kusurlarını” destekten yoksun kalanlara “yansıtmışlar” ve böylece “yansıma kusur-yansıma suç” icat etmişlerdir ki, böyle bir sonuç, bilindiği gibi, suçların ve cezaların kişiselliği temel ilkesine aykırıdır. (5237/TCK.m.20)
d) Gerçekleşmiş zarar -Gerçekleşecek zarar nitelemesi, tazminat hesaplarında son derece önemli bir değerlendirme ölçüsüdür. Haksız eylem sonucu bedensel zarara uğrayan kişinin veya destekten yoksun kalanların dava tarihine kadar belirlenen (görünen) zararları “gerçekleşmiş zarar”dır. Buna tazminat hesaplarında “işlemiş dönem zararları” da denilmektedir. Bedensel zarara uğrayanın yaşam süresine ve destekten yoksun kalanların destek sürelerine göre “işleyecek dönem” zararları da geleceğe yönelik olmasına karşın “gerçekleşecek” değil, “gerçekleşmiş zarar” kabul edilmektedir. O halde, “gerçekleşecek” zarar nedir ?
Gerçekleşecek zarar, bedensel zararlarda söz konusu olup, henüz belirlenmesi olanaksız, ilerde yapılması olası bir takım tedavi ve ameliyat masraflarıdır. Örneğin, yüzdeki kalıcı izler için henüz tıbbi düzeltme yapılamıyorsa, ilerde yapılacak ameliyat masrafları, yaşam boyu alınacak ilâçlar “gerçekleşecek zararlar”dır. Yargıtay kimi kararlarında bu tür zararları da “gerçekleşmiş zarar” olarak nitelemektedir.
e) Yukardaki zarar türleri arasında yer alan olumlu-olumsuz zararları, ölüm ve bedensel zararlarla doğrudan ilgili görmediğimiz için bu konuda açıklamaya yer vermiyoruz.
f) Somut zarar - Soyut zarar ayrımında, somut zararın “maddi zarar” ve soyut zararın “manevi zarar” karşılığı olduğunu söyleyebiliriz. Manevi zarar, her ne kadar soyut bir değerlendirmeyle belirlenmekte ise de, onu olabildiğince somutlaştırmak ve maddi tazminat benzeri bir hesaplamayla saptamak gerektiği düşüncesindeyiz.
5- Can zararı-mal zararı ayrımının gerekliliği
Ölüm nedeniyle destekten yoksunluğu ve beden gücü kayıplarını “malvarlığı zararı” olarak nitelemenin ve bu zararı “malvarlığının aktifinin azalması, pasifinin artması; zarar verici olay öncesi ile sonrası arasındaki malvarlığı farkı” olarak açıklamanın ne kadar gerçekçi olduğu üzerinde pek az durulmuştur. Sorumluluk hukukundaki gelişmelerle bazı değişiklikler yapılmış ve daha gerçekçi çözümler üretilmiş ise de, bunlar yeterli olmayıp, cana gelen (insana verilen) zararları, fark kuramına bağlı malvarlığı zararı ve kazanç kayıpları olarak değerlendirmekten kesin vazgeçilmelidir. Tarihsel gelişim, insanın doğası ve yaşam gerçekleri bunu gerektirmekte; “can” zararlarının farklı bir biçimde değerlendirilmesinde kesin zorunluluk bulunmaktadır. En başta dediğimiz gibi, “yaşama hakkı” ve onun ayrılmaz parçası olan“sağlıklı yaşama” hakkı, hakların en kutsalıdır. Hukukun öncelikle bu hakları en doğru ve adaletli biçimde koruması, güvence altına alması gerekir.
Aşağıda, ölüm ve bedensel zararların nasıl değerlendirilmesi gerektiği konularını geniş biçimde işleyeceğiz ve buna ilişkin tazminat hesaplarına bir ölçü arayacağız.
III- İNSAN ZARARLARI VE TAZMİNAT ÖLÇÜSÜ
1- Geçmişten bugüne can zararları
Yukarda kısaca belirttiğimiz gibi, tazminat ödenmesini gerektiren “zarar” kavramı konusunda ne yazık ki, öğretide mal ve can zararı ayrımı yapılmamış; zararın, genel olarak “malvarlığında eksilme, malvarlığının aktifinin azalması, pasifinin artması, kazanç kaybına uğranılması” biçiminde tanımlanmasından öteye geçilememiştir. Bu, son derece katı, maddeci insanın değerini ve yaşama hakkını gözardı eden, insanı bir mal gibi, eski çağlarda pazarda satılan bir köle ya da rant sağlayan bir makine gibi gören, her şeyi para ile ölçen anamalcı (kapitalist) bir anlayıştır.
Bu anlayıştakilere göre, “zarar”dan anlaşılması gereken eksilen beden veya yitirilen can değildir; canların ve bedenlerin ekonomik verimliliklerinin ortadan kalkması veya azalmasıdır; kazanç sağlama olanaklarının tükenmesi veya eksilmesidir. Bunlar yıllarca, haksız eylem sonucu öldürülen/ ölümüne neden olunan kişilerin yakınlarının isteyebilecekleri tazminatın, yiten canın bedeli değil, ölen kişinin “parasal” desteğinin ortadan kalkması yüzünden uğranılan maddi zararın karşılığı olduğunu; eğer ölenin sağlığında “bakım gücü” yoksa, bir işi, kazancı, parasal olanakları bulunmuyorsa, yakınlar için maddi tazminatın söz konusu olamayacağını; bunun gibi, yakınların ölenin destekliğine gereksinimleri bulunmadığı sonucuna varılmışsa, varlıklı kişilerse, ölenden, hatta üçüncü kişilerden bir miras kalmışsa, kendileri çalışıp kazanç elde ediyorlarsa, gene tazminat isteyemeyeceklerini; destek tazminatı diye adlandırılan bu tazminat türünün iki koşulundan birincisinin “ölenin bakım gücü”, ikincisinin yakınların “bakım ihtiyacı” olması gerektiğini; ödenecek tazminatın konusunun “malvarlığındaki eksilmenin ve yaşam düzeyindeki parasal düşüşün ortaya çıkardığı maddi zararın” giderilmesi olduğunu savunmuşlardır. Onlar için, hiçbir zaman yitirilen can veya eksilen, sakat bırakılan beden başlıbaşına bir tazminat isteğinin haklı nedeni olmamıştır.
Uzun yıllar boyunca yargıdaki uygulamalarda insana verilen zararlar, öğretiden gelen ve yukarda açıklanan etkilerle “can” zararı olarak değil “mal” zararı olarak değerlendirilmiş; haksız eylemden zarar gören kişilerin açtıkları davalarda tazminatın ölçüsü “malvarlığı eksilmesi” veya “kazanç kaybı” olmuş; yiten can veya eksilen sakat kalan beden, olay öncesinde eğer çalışıp kazanç elde etmiyorsa, parasal bir değer üretmiyorsa ya da ilerde çalışıp para kazanma olasılığı yoksa, maddi tazminat söz konusu olamayacağı türünden zarar sorumlularını tazminat ödemekten kurtaran sonuçlar yaratılmış; öte yandan her kişinin kazanç düzeyine göre tazminat tutarları farklı olmuş; kazancı yüksek olan fazla, kazancı düşük olan az tazminat almıştır.
Maddi tazminatı “malvarlığı eksilmesi” ya da “kazanç kaybı” koşuluna bağlayan, bir işi ve kazancı olmayanlar, geliri ve parasal gücü bulunmayanlar yönünden “maddi zararı” kabul etmeyen anlayışın yarattığı adaletsizlik, geniş anlamda zarar tanımı içerisinde yer alan “kişi varlığı haklarında eksilme” kavramına dayandırılarak “manevi tazminat” ile giderilmek istenmiş ise de, uygulamada mahkemeler manevi tazminata karar vermeden önce “tarafların sosyal ve ekonomik düzeylerini” hiç de sağlıklı olmayan bir biçimde araştırdıktan sonra, manevi tazminatın miktarını belirlerken kişilerin malvarlığını, parasal gücünü, kazanç düzeyini gözönünde tuttuklarından, burada da etkin ölçü “can bedeli” değil, “malvarlığı değeri” olmuştur.
Zamanla bazı duyarlı hukukçuların çabalarıyla bu kalıplaşmış görüşler oldukça yumuşatılarak insancıl ve hakça çözümler üretilmiş; uygulamadaki katılıkları gidermek, adaletli bir çözüme ulaşmak amacıyla “mal” zararı kavramına esneklik kazandıran bazı kuramlar ortaya atılmış ve bunlar yargı kararlarına da yansımış ise de, gene de “mal zararı” anlayışından fazla uzaklaşılmamıştır.
Örneğin “kazanç kaybı” kavramına eklenen “güç kaybı” değerlendirmesi bu tür yaklaşımlardan biridir. Buna göre, haksız eylem sonucu bedensel zarara uğrayan kişinin kazançlarında bir azalma olmasa bile, aynı kazancı elde etmek için sakatlığı oranında daha fazla güç (efor) harcayacağından, bunun, yani beden gücü kaybının karşılığının “tazminat” olarak ödenmesi gerektiği kabul olunmuştur. Sonraki yıllarda daha insancıl ve hakça çözümler üretilmiş olup, bunları ilerde açıklayacağız.
Ölüm nedeniyle destekten yoksun kalma tazminatında da, geçmiş yılların bakım gücü ve bakım ihtiyacı kavramları, yansıma zarar ve fark kuramı gibi yaşam gerçeklerine aykırı görüşler terkedilmiş veya hafifletilmiş, bazı olaylarda büsbütün etkisiz kılınmış; örneğin, parasal desteklikten daha çok “yardım ve hizmet” ederek destekliğe ağırlık verilmiş; kişilerin bir işleri ve kazançları olmasa bile yakınlarına yardım ve hizmet ederek destek olabilecekleri; destekten yoksun kalanlar varlıklı kimseler olsalar bile, ölenden onlara yüklü bir miras, türlü malvarlıkları kalmış ve sosyal güvenlik kurumlarından gelir bağlanmış olsa dahi, tazminat isteme hakları bulunduğu; elde ettikleri (miras, sigorta gibi) türlü kazanımların tazminattan indirim nedeni olamayacağı kabul olunmuş ise de, sorumluluk hukukundaki bu gelişmeleri, Yargıtay kararlarındaki bu olumlu değişimleri göremeyen, kavrayamayan kimi hukukçu ve yargıçların yanlışta ısrar etmelerini kaygıyla izlemekteyiz.
Bize göre, insana verilen zararlar bir “mal zararı” gibi değil, bir “can zararı” olarak değerlendirilmeli; ölüm ve bedensel zararlar nedeniyle ödenecek tazminatın ölçüsü “insanın değeri” kavramına, yaşam gerçeklerine uygun ve “yaşama hakkı”nı koruyup kollayacak nitelikte olmalıdır. Bunun nasıl ve hangi yöntemlerle yapılacağına, nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin görüşlerimiz aşağıdaki bölümlerde sırası geldikçe açıklayacağız.
2- İnsan zararları konusunda tarihsel gelişim ve insanın doğası gözardı edilemez.
Bütün bilim ve sanat dallarında çalışanlar, insanlığın gelişimini, düşüncede, bilimde, inançta, toplumların siyasal ve ekonomik gelişiminde ya da değişiminde neler olup bittiğini, kısaca uygarlık tarihini bilmek zorundadırlar. Geçmişte olanları bilmeyenler, öğrenemeyenler çağa ve değişen toplumların gereksinimlerine uygun çözümler ortaya koyamazlar; bilimin gelişmesine, yeni yasaların oluşmasına katkıda bulunamazlar.
Tüm toplum bilimlerinde olduğu gibi, hukukta da tarihsel evrim ve yaşam gerçekleri ile insanın “doğal yapısı” gözardı edilmemek gerekir. Aksi takdirde toplum duyuncunu rahatlatacak, hukuktan ve yargıdan bekleneni gerçekleştirecek doğru bir çözüme ulaşılamaz. Bu nedenle hukukçular da, geçmişten bugüne adalet anlayışının ve uygulamanın gelişimini tarihsel süreç içinde ele almak ve bu süreci izlemek zorundadırlar.
İnsan zararları (ölüm ve bedensel zararlar) konusunda geçmişten bugüne neler olup bittiğini, ne gibi görüşler ileri sürüldüğünü, uygulamada neler yapıldığını kısaca gözden geçirelim:
Adalet Tarihine bir göz atarsak, cana verilen zararlar kişisel “öç alma” ile başlamış, araya klan ve aile girince kişisel öç alma “kan gütme”ye dönüşmüş; zamanla ve toplum yaşamının gelişmesiyle barış ve huzuru sağlamak için “kısas” uygulamasına geçilmiş; daha sonra da “kısas”ın yerini “diyet” almıştır. Diyet, “mal veya para” olarak verilen bir “bedel”dir, bir “can” borcudur. Kimi zaman zarar görenin “hizmetine girme” biçiminde uygulandığı da olmuştur
Kişisel öçten kamu adaletine geçişte kısas ve diyet, kaynağını din kitapla¬rından almakta iken, zamanla ailenin ve klanın yerini devletin almasıyla belli kurallar ko¬nulmaya başlanmıştır. Bu konuda bilinen en eski kaynaklar Sumer, Asur, Babil yasaları ve ünlü Hamurabi yasalarıdır. Roma Hukuku’nda başlangıçta “kan gütme” biçimindeki kişisel öç almaya izin verilmiş iken, Oniki Levha Kanunu’nda (Tevrat’ın üçüncü kitabı Levitique’de olduğu gibi) kısasa kısas, göze göz, dişe diş (talio esto) yanı sıra, tarafların aralarında anlaşmaları koşuluyla (fractum) sakatlanan organ yerine yasayla belirlenen bir “diyet” istenmesi kuralı ko¬nulmuştur. Cermen ve Frank hukukla¬rında da “para vererek uzlaşma” yolu önce isteğe bırakılıp, daha sonra zorunlu kılınmış, kesin kurallar konulmuştur. İslam Hukuku’nda kısas ve diyet birlikte görülür. Kasıtlı eylemler ile beden bütünlüğünün bozulması ya da öldürme du¬rumunda “kısas” uygulanır iken daha sonra kısasın yerini “diyet” almıştır. Diyet ödenmezse, kısas zorunlu tutulmuştur. Diyet ödenemiyorsa ve buna karşılık kısas da ola¬naksız ise, ölenin akrabalarına veya yaralanan kişinin kendisine bir “can borcu” olacağı kabul edilmiştir. Bu borç yerine getirilirken, diyet ödeyemeyenin “hizmet ederek” borcunu ödediği bilinmektedir.
Yukarda da belirttiğimiz gibi, diyet, “mal olarak” verilen bir “bedel”dir. Kuşkusuz her tazminat gibi, “can borcu”nun da parasal bir değerlendirmesi yapılacak ve hesaplanan bedel “tazminat” olarak ödenecektir. Tarihsel gelişim içinde dikkati çeken husus, “can borcu” söz konusu olduğunda bunun kesinlikle ödenmesi gerektiğidir.
Bu tarihsel gelişim gözardı edilemez ve çağımızda bunun gerisine düşülemez. Aksi takdirde toplumun tepkisi ile karşılaşılır ve hukuka olan güven sarsılır. Bu nedenle, ölenin yakınlarına kesinlikle bir tazminat ödenmelidir.
Ancak ne var ki, kaynağını Roma Hukukundan alan ve sanayinin gelişmesiyle anamalcı bir anlayışla biçimlendirilen Avrupa Hukukuna ve hemen hemen tüm anamalcı ülkelerin hukukçularına egemen olan bazı görüşler, haksız ölüm ve öldürmenin yakınlar için başlı başına bir tazminat isteme nedeni olmayacağı; ölüm yüzünden “malvarlıklarında” bir eksilme olmamışsa, ölenin bakım gücü ve yakınlarının bakım ihtiyaçları yoksa tazminat isteyemeyecekleri yönünde olup, bu anlayışla, insanın doğası, insanın insana gereksinimi ve birbirine yakın kişilerin dayanışması biçimindeki yaşam gerçekleri gözardı edilerek, ilk çağların “diyet”inin de gerisine düşülmüştür. Bu tür görüşleri, uygarlık tarihi içinde bir gerileme, çağımızda özenle korunmak istenen “insan hakları” ve en yüce hak olan ”yaşama hakkı” kavramlarına aykırı buluyoruz.
Nedense, insanın yüzyıllardır değişmeyen doğal yapısını ve yaşam gerçeklerini gözardı eden kimi hukukçular, “can bedeli-can zararı” nitelemesini kabul etmemekte; bir kimsenin yakınını yitirmesini bir “mal zararı” olarak görüp öyle değerlendirmeyi uygun bulmaktadırlar. Oysa, ölüm nedeniyle istenen maddi ve manevi tazminat, bir bütün halinde ele alındığında bunun bir “can zararı” olduğu, “mal zararı” olarak değerlendirilmesinin bir hesaplama zorunluluğundan kaynaklandığı; “mal zararı” olarak nitelenmesi durumunda dahi gerçekte yitirilenin ölenin maddi ve manevi “varlığı” ve yakınlarına “beden ve beyin gücü” ile sağladığı desteklik olduğu; ölenden bir miras (taşınır-taşınmaz mal, şirket, işletme, işyeri vb.) kalmış olsa bile bu malvarlığı değerini üreten kişinin “beden ve beyin” gücünden yoksun kalındığı; yoksun kalan kişiler varlıklı olsalar dahi, ölenin gerek yardım ve hizmet ederek, gerek parasal olanaklarını artırarak onlara “beden ve beyin” gücüyle sağladığı destekliğin ölümle son bulduğu gerçekleri bilinmeli, görülmelidir.
Öldürülen kişinin yakınlarının tazminat isteme hakları, bilindiği gibi, maddi ve manevi olmak üzere iki tür olup, uygulamada her ikisinde de sorunlar yaşanmaktadır. Destekten yoksun kalma olarak adlandırılan maddi tazminatın katı, dar, sınırlı koşulları, hesaplama yöntemlerindeki ve hukuksal değerlendirmelerdeki belirsizlikler; manevi tazminatın ortak ve kesin bir ölçüsünün bulunamaması uygulamadaki sorunların en başında gelmektedir.
Yargıdaki ve uygulamadaki sorunların aşılabilmesi için, bu konuda kitap ve özellikle
bilimsel makale yazan hukukçuların, yabancı hukukçulardan ve birbirlerinden alıntılarla yetinmeyip, kalıplaşmış yorumları ve tekerleme gibi ezberlenmiş tanımları bir yana bırakarak, ülke ve yaşam gerçeklerini, içinde yaşadığımız toplumun zaman içinde değişen yapısını ve özellikle yargıya yansıyan çok sayıda somut olayları inceleyerek kapsamlı bir araştırma evresinden sonra, yoğun tartışmalar yaparak ortak çözüm arayışlarına girmeleri gerekir.
Yargıdaki uygulamalarda da, öldürülen kişinin yakınlarının tazminat isteme hakları konusunda maddi ve manevi tazminat ayrımı yapılmamalı; her iki tazminat türü bir bütün halinde ele alınıp, biri ötekini tamamlar biçimde bir değerlendirme ile sonuca varılmalıdır.
Böylece, maddi tazminatın dar kalıpları içinde sıkışıp kalmış, katı ve biçimsel kurallar yüzünden bazı durumlarda yeteri kadar hesaplanamayan maddi tazminatın eksikleri, yargıç tarafından adaletli bir biçimde belirlenecek manevi tazminatla tamamlanmış olacaktır. Ölüm ve yaralanma nedeniyle açılan davalarda, çoğu kez maddi ve manevi tazminat birlikte istendiğine göre, yargıç, kusur ve sorumluluğun ağırlığına ya da hafifliğine, ölen ile davacılar arasındaki ilişkilerin özelliklerine,uğranılan zararın (yoksunluğun) derecesine, tazminat hesabı ile ortaya çıkan maddi tazminatın hakça ve yeterli olup olmadığına bakarak, manevi tazminat tutarını belirlemelidir.
Manevi tazminatın ölçüsü ve ne miktarda hükmedilmesi gerektiği konusunda süregelen belirsizliğe mutlaka bir çözüm bulunmalı; bu arayış sırasında yukarda açıkladığımız tarihsel gelişim ve insanın doğası asla gözardı edilmemelidir. İnsan, ilk çağdan beri değişmeyen ve değişmesi olanaksız doğal yapısıyla, haksız eylemi işleyenlerin (öldüren veya yaralayan, ölümden ve bedensel zarardan sorumlu olan kişilerin) cezalandırılmalarını istemekte, maddi zararının yanı sıra, acı ve üzüntüsünü, öfkesini, “öç alma duygusunu” yatıştıracak miktarda manevi tazminat ödetilmesini istemekte, beklemektedir. İnsanın değişmeyen bu doğal yapısı dikkate alınarak, manevi tazminatın miktarı belirlenirken, zarar vereni “cezalandırma işlevi” ile “acıyı, üzüntüyü, öfkeyi ve öç alma duygusunu” yatıştırıcı işlevi gözardı edilmemelidir.
Manevi tazminatın cezalandırıcı ve önleyici bir niteliği bulunduğu, bir anlamda “özel hukuk cezası” olup, devlet yararına değil, mağdur yararına bir cezalandırmanın söz konusu olduğu görüşünün uygulamada sağladığı bir kolaylık vardır ki, o da, acı ve üzüntüyü ölçmek olanaksız iken, kusurun ve sorumluluğun ölçülebilmesidir. Unutulmasın ki, tehlike sorumluluklarında (kusursuz sorumluluklarda) bile, tazminat belirlenirken bir kusur (sorumluluk) derecesi saptanmaktadır.
İlerde manevi tazminatın ölçüsü konusunu ayrı bir bölümde ele alacağız.
3- Makine-insan anlayışı sona erdirilmelidir
İnsanları gelir (rant) sağlayan bir “makine” olarak gören anlayış, ilk çağdaki kişisel öç ve kısas’ın yerini alan “diyet”in çok gerisinde çağımıza yakışmayan bir uygulamadır. Çünkü ilk çağın “diyet”inde haksız eylemden zarar gören kişi, kazanç getiriyor olmasa bile, ona “insan” olarak bir değer biçilmekte; eksilen, sakatlanan her bir organın (önceden belirlenmiş) bir bedeli, bir “eder”i bulunmakta idi. Kişiler, zengin-yoksul, çalışan-çalışmayan, yaşlı-çocuk ayrımı yapılmaksızın ve toplum içindeki yerleri ve konumları ne olursa olsun “eşit” değerlendiriliyordu. Şu farkla ki, yurttaş ile kölenin değeri aynı değildi; köle pazarda kaça alınıp satılıyorsa, eksilen organın “eder”i ona göre belirleniyordu. Bazı toplumlarda da kadının değeri erkeğin değerinden daha azdı. Bu iki ayrık durum dışında, diyetin ölçüsü yiten “can” ile “eksilen organ”ın önceden belirlenmiş “eder”i idi. Diyetin gerisindeki bugünkü “malvarlığı ve kazanç eksilmesi” ölçüsüne bağlı “tazminat” anlayışının bir türlü aşılamamış olması düşündürücü değil midir?
İş kazalarına ilişkin işgöremezlik çizelgeleri (maluliyet baremleri), yalnızca çalışan kimseyi, yani “makine-adamı” göz önünde tutmaktadır. 22.06.1972 gün 14223 sayılı RG’de yayınlanarak yürürlüğe konulan ve uzun yıllardan beri uygulanmak olan Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğünde ve 5510 sayılı Yasaya bağlı olarak 11.10.2008 gün 27021 sayılı RG’de yayınlanan Çalışma ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliğinde az çok birbirinin benzeri düzenlemelerle, beden gücü kaybına uğrayan işçinin yaşına, zarar gören organına, yaptığı işe, meslek grubuna göre işgöremezlik (sakatlık) oranları belirlenmekte; işçinin kaza tarihindeki ücreti, prim ödeme gün sayısı ve kıdemi bağlanacak gelirin miktarını etkilemekte; SSK.tarafından gelir bağlanmasından sonra geriye (kazanç düzeyine göre) bir zarar tutarı kalmışsa, işverenden istenebilmektedir. İşçinin kazancı yüksek değilse, örneğin asgari ücret düzeyinde ise, işverene karşı veya başka kişilere karşı açılan davalarda hesaplanan maddi tazminat tutarı, kimi zaman sigorta gelirlerinin peşin değerini aşamadığından dava ret ile sonuçlanabilmektedir.
Eğer işçide organ yitimi veya organ zayıflaması biçiminde bir durum söz konusu olmayıp, yüzde veya bedende kalıcı izler oluşmuşsa, buna “meslekte kazanma” gücü kaybı oranı verilmemektedir. Çünkü, yukarda belirtilen tüzük ve yönetmelik hükümlerinde buna ilişkin bir düzenleme bulunmamaktadır. Bunun anlamı şudur ki, makine adamın boyaları dökülmüş, demirleri paslanmış olmasına karşın, makine çalışır durumda ise, bir zarar olmadığı sonucuna varılmaktadır.
Görselliğin büyük önem taşıdığı günümüzde yüzde veya bedende kalıcı izler ve biçim bozuklukları için sakatlık derecesi verilmemesi büyük bir eksikliktir. Oysa 818 sayılı BK.46.maddesinde ve yeni 6098 sayılı TBK.54.maddesinde yer alan “ekonomik geleceğin sarsılması” olgusu estetik zararları da kapsamaktadır. Bu konuda Türk Ceza Kanunu daha duyarlıdır. Önceki 765 sayılı TCK. 456. maddesi 2. fıkrasına göre “çehrede sabit eser” için beş yıl ve 3. fıkraya göre “çehrenin kalıcı değişikliği” için on yıl ağır hapis cezası verilmekte idi. Daha sonra yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK. 87 ve 89 maddelerinde de süresi daha az olmakla birlikte yüzde kalıcı iz ve yüzün sürekli değişikliği için çeşitli hapis cezalarına yer verilmiştir.
Bugün birkaç ayrık durum dışında, yüzde veya bedende kalıcı izler için bir oran belirlenmemekte; maddi tazminat istenmişse ameliyat giderlerinden söz edilmekte, kişinin bu tehlikeyi göze alıp alamayacağı veya ameliyatın olumlu sonuç verip veremeyeceği üzerinde durulmamaktadır.
Yüzde veya bedende kalıcı izler için maddi tazminat (kazanç kaybı) yolunu açmayan ve bu tür bedensel zararlar için “işgöremezlik oranı” belirlemeyen uygulama da, “makine-insan” anlayışının sonucudur. Yukarda de dediğimiz gibi, boyası dökülen ve ötesi berisi paslanmış olan “makine” eğer çalışır durumdaysa ve kazanç elde ediyorsa, bir zarar yok demektir. Oysa, bugün tüm iş alanlarında güzel, bakımlı ve gösterişli insanlar daha kolay iş bulmakta, yaptıkları işlerde daha çok ilgi görmekte ve daha fazla başarı elde etmektedirler.Bu nedenlerle, kalıcı izler ve biçim bozuklukları için (tedavi ve ameliyat giderleri dışında) maddi tazminat verilmemesi, üzerinde durulup düşünülmesi gereken önemli bir konudur.Beden gücü kayıp oranlarına ilişkin işgöremezlik çizelgelerinin çağın gereklerine uygun biçimde yenilenmesi zorunlu olmakla birlikte, mahkemelerce, bu çizelgelere bağlı kalınmayıp, uzman bilirkişi kurulları aracılığı ile yüz ve bedendeki (estetik) bozuklukların kişilerin çalışma yaşamını ve kazançlarını ne ölçüde etkilediği saptanmalı ve buna göre bir sonuca varılmalıdır.
4- Can zararlarında tazminatın ölçüsü ne olmalıdır ?
Tarihsel süreci ve insanın doğal yapısını gözardı edemeyeceğimiz görüşüyle, ölenin yakınlarının veya bedensel zarara uğrayanların kesinlikle bir “can bedeli” isteme hakları bulunduğu, öldüren veya yaralayan kişilerin de kesinlikle bir “bedel” ödemeleri gerektiği; bunun kalıplaşmış ve çağın gerisinde kalmış bazı hukuk kuramlarıyla, bir takım ekonomik ve sosyal denge hesaplarıyla hiçbir biçimde ortadan kaldırılamayacağı veya hakkaniyet adı altında keyfi indirimlerle azaltılamayacağı kabul olunmalıdır. Bu konuda, 6098 sayılı yeni Türk Borçlar Kanunu 55.maddesinde kesin bir ölçü konularak:
"Destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararlar, bu Kanun hükümlerine ve sorumluluk hukuku ilkelerine göre hesaplanır. Kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar ve tazminattan indirilemez. Hesaplanan tazminat, miktar esas alınarak hakkaniyet düşüncesi ile artırılamaz veya azaltılamaz” denilmiştir.
Bundan böyle yeni yasanın bu hükmü doğrultusunda kararlar verilmesi gerekeceği gibi, Yargıtay’ın bazı olumlu kararlarıyla bugüne kadar oluşturulan ve geliştirilen hakça çözümler de öğrenilmek ve dikkate alınmak suretiyle, can zararlarının (ölüm nedeniyle destekten yoksun kalma ve beden gücü kayıplarının) nasıl değerlendirilmesi gerektiği, bir başka anlatımla, can zararlarında tazminatın ölçüsü konusunda, ilerde bağımsız bölümlerinde ayrıntılara girmek üzere, burada özet açıklamalar yapmak istiyoruz:
a) Ölüm nedeniyle destekten yoksun kalma tazminatında, bugün artık bakım gücü-bakım ihtiyacı gibi kavramlar geçerli olmayıp, kişilerin (bazı ayrık durumlar dışında) her zaman, her durumda ve her yaşta birbirlerine destek oldukları ve olacakları; destekliğin parasal olmanın ötesinde ve daha çok “yardım ve hizmet” ederek gerçekleştiği; destek hangi yaşta olursa olsun, bir işi ve kazancı bulunmasa bile yakınlarına yardım ve hizmet ederek, bakıp gözeterek, koruyup kollayarak destek olduğu; örneğin, ev kadınının ev hizmetlerini yaparak yaşam boyu eşine ve çocuklarına destek sağladığı, yaşlılık ve emeklilik günlerini yaşayan kişilerin kadın olsun, erkek olsun yaşlılık günlerinde birbirlerine yardım ve hizmet ederek destek oldukları, çocukların da küçük yaşlardan başlayarak anne ve babalarına hizmet ettikleri, ev işlerinde ve başka işlerde çalışarak kendilerine yapılan yetiştirme ve eğitim masraflarının karşılığını ödemiş oldukları;
Destekten yoksunlukta yoksun kalınanın, ölen kişinin “bedensel ve düşünsel” etkinliğiyle yarattığı “ekonomik” ve “eylemsel” değer olduğu; bu nedenle, ölen kişiden kalan miras ve benzeri kazanımların destekten yoksun kalma tazminatıyla ilişkilendirilemeyeceği, bu tür kazanımların bakım ihtiyacını karşıladığı ölçüde tazminatın reddedileceği türünden çok eski yıllara ait görüşlerin bugün bir geçerliği kalmadığı;
Daha ayrıntılı bir açıklama ile, ölenin mirası ile miras gelirleri ve malvarlığından kaynaklanan gelirlerin (kira gelirleri, işyeri gelirleri, şirket kâr payları, banka faizleri, değerli kâğıtların getirileri vb) tazminat hesabına katılmayacağı, yani tazminat hesabının ölçüsü olmayacağı, dolayısıyla bunların tazminattan indirimleri gerekmeyeceği; çünkü,yoksun kalınanın ölenin malvarlıkları değil, bunlara desteğin “bedensel ve düşünsel” katkısı olduğu, ölümle onun yarattığı “ekonomik” değerden yoksun kalındığı;
Sosyal Güvenlik Kurumu'nca, yeterli miktarda prim ödemiş olmanın karşılığı olarak ölüm dalından eş ve çocuklara bağlanan dul ve yetim aylıkları ile gene ölüm dalından ana ve babaya bağlanan gelirlerin tazminattan indirilmeyeceği; ayrıca gene prim ödenerek yaptırılan ferdi kaza, hayat sigortası gibi can sigortalarından alınan paraların destekten yoksun kalma tazminatından indirilmeyeceği;
Bir Yargıtay kararında denildiği gibi “Hukuka aykırı olarak gerçekleşen zararın, zarar görenin kendi imkanlarıyla giderilmesinin, sorumluluğu ortadan kaldırmayacağı; aksi görüşün, zarar gören yerine, hukuka aykırı eylemle zarar veren kişinin korunması sonucunu doğuracağı, bunun ise hak ve adalet ölçülerine ters düşeceği”; gibi görüşler Yargıtay’ın çeşitli kararlarıyla kabul olunmuş; böylece, sorumluluk hukukundaki yeni gelişmelere koşut kararlarla, destekten yoksun kalma tazminatı, kalıplaşmış malvarlığı zararından uzaklaştırılıp “can zararı” kavramına oldukça yaklaştırılmıştır.
b) Bedensel zararlarda da, haksız eylem sonucu beden gücü eksilen kişinin kazançlarında bir azalma olmasa bile aynı kazancı elde ederken sakatlığı oranında daha fazla güç (efor) harcayacak olması tazminat isteminin haklı nedeni kabul olunmuş; böylece kalıplaşmış kazanç kaybı anlayışının yerini “güç kaybı” anlayışı almış; buna “güç kaybı tazminatı” denilmiştir.
Güç kaybı tazminatı anlayışı çerçevesinde, kişilerin bir işleri ve kazançları olmasa bile, örneğin yaşlı ve emekliye ayrılmış kişiler, günlük yaşamlarını sürdürürlerken, ev kadınları ev hizmetlerini yaparlarken sakatlıkları oranında zorlanacak olmaları nedeniyle tazminat isteme hakları bulunduğu kabul olunmuştur. Bu konuda bir adım daha gidilerek, küçük yaşta sakat bırakılan çocukların günlük yaşamlarını sürdürürlerken, okullarına gidip gelirlerken sakatlıkları oranında zorluk çekecekleri dikkate alınarak, onların tazminatının da bulundukları yaştan (olay tarihinden) hesaplanması gerekmektedir.
Yargıtay’ın iş kazalarını inceleyen Özel Dairesi, önceleri pasif dönem zararının hesaplanmayacağı görüşünü benimsemiş iken, bu yanlışından dönerek, “işçi yaşlılık aylığını elde etmek için sakatlığı oranında fazla güç (efor) sarfedeceğinden pasif dönem zararının da hesaplanması gerektiği” yönünde kararlar vermeye başlamıştır.
c) Tazminatın parasal değerlendirmesinde, ölen desteğin veya bedensel zarara uğrayan kişilerin bir iş ve kazançları varsa, ücret bordroları ve vergi bildirimleri gibi belgelere bağlı kalınmayacak, onların yaptıkları işe göre “gerçek kazançları” araştırılacak, bunun için her yola başvurulacaktır. İlgili meslek kuruluşlarından veya işyerlerinden eşdeğer kazançlar sorulacak, gerektiğinde tanık dinlenecek veya uzman bilirkişi tarafından eldeki verilere göre değerlendirme yapılacaktır.
Ölen desteğin veya bedensel zarara uğrayan kişilerin bir iş ve kazançları yoksa, örneğin, kendi ev hizmetlerini yapan ev kadınları, yaşlılar ve emekliler, çocuklar söz konusu ise, tazminat hesabının ölçüsü yasal asgari ücretler olacaktır.
d) Tazminat hesaplama yöntemleri, kesinlikle yargıda geçerli ve Yargıtay ilke kararlarıyla belirlenmiş ve benimsenmiş yöntemler olmalıdır. Kurumlar arasında uyum sağlanmadan, sigorta şirketlerinin Hazine Müsteşarlığı genelgesiyle dayattığı formüller, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun kimseye danışmadan ve kurumlar arası uyum sağlamadan hazırlattığı ve uygulamaya koyduğu yaşam tabloları geçerli kabul olunmamalı; yargıda geçerli olmayan ve Yargıtayca benimsenmeyen formüllere göre yapılan tazminat hesapları hükme esas tutulmamalıdır.
Ayrıca, bilinmesi gereken şudur ki, ölüm nedeniyle destekten yoksun kalma tazminatı veya bedensel zararlar nedeniyle güç kaybı tazminatı hesaplanırken, dikkat edilmesi gereken ve önemli olan hesap formülleri değil, doğru yapılmış “hukuksal değerlendirmeler”dir. Bu tür değerlendirmeleri yapabilecek olanlar, sigorta şirketleri aracılığı ile Hazine Müsteşarlığı genelgesinde önerilen ve hukuk bilgisi olmayan aktüerler değil, tazminat hukuku alanında uzmanlaşmış hukukçu bilirkişilerdir.
Yeri gelmişken şunu da ekleyelim ki, 6100 sayılı yeni Hukuk Yargılama Yasası’nın 266.maddesi yanlış anlaşılmakta, yanlış algılanmaktadır. Kimileri o maddedeki, yargıcın “özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişiye başvurabileceği” hükmündeki “çözümü hukuk dışında” açıklamasını, hukukçu bilirkişi atanamayacağı biçiminde yorumlamakta iseler de, bu asla doğru değildir. Çünkü, maddenin ikinci cümlesinde “Hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz” denilerek, konuya açıklık getirilmiştir. Buna göre, ölüm ve bedensel zararlar nedeniyle tazminat hesaplarını, yargıç, “genel hukuk bilgisiyle” yapamayacağına göre, kesinlikle bir “uzman” bilirkişiye başvuracaktır. Bu uzmanın, aynı zamanda bir hukukçu olmasının, bilirkişiliğe engel sayılması mantık dışı olur ve yasakoyucunun yukarda açıklanan maddedeki amacına aykırı düşer.
Şunu da ekleyelim ki, insan zararları apayrı, özel uzmanlığı gerektiren bir konu olup, bu konuda yargıcın genel ve olağan hukuk bilgisiyle sonuca ulaşılması olanaksızdır. Bu konuda seçilecek bilirkişilerin mutlaka “Tazminat ve Sorumluluk Hukuk Uzmanı” olmaları gerekmektedir.Gerek 6098 sayılı yeni Türk Borçlar Yasası’nda (m.55) ve gerekse 6100 sayılı Hukuk Yargılama Yasası’nda (m.107) insan zararlarına özel bir önem verilmiş; özel maddeler konulmuştur. İnsan yaşamının söz konusu olduğu durumlarda, rasgele kişilere tazminat hesap raporları düzenletilmesinin zararları bugüne kadar görülmüş; özellikle sigorta şirketlerinin direnimi yüzünden pek çok kişi haksızlığa uğratılmıştır. Bu nedenlerle, kurumlar arası ortak bir çalışmayla ülkenin toplum yapısına uygun tablolar düzenleninceye ve ortak yöntemlerde anlaşma sağlanıncaya kadar, bugüne kadar yargıda kimler bilirkişi atanıyorsa ve nasıl bir hesaplama biçimi belirlenmişse, buna aynen devam olunmalıdır.
BİRİNCİ BÖLÜM
DESTEKTEN YOKSUN KALMA TAZMİNATI
(Yoksun Kalınan Nedir, Ne Değildir?)
I- KONUYA GENEL BAKIŞ
1- Öldürülen kişinin yakınlarının tazminat isteme hakları
Haksız ve hukuka aykırı biçimde öldüren ve ölümden sorumlu olan kişilerin devlet (toplum) tarafından cezalandırılmalarının yanı sıra, ölenin yakınlarının, öldürenden veya ölümden sorumlu olanlardan bir bedel (tazminat) isteme hakları bulunduğu, ilk çağlardan beri tüm toplumlarca kabul edilmiş tarihsel bir olgudur. Bu tazminatın ağırlıklı olarak bir “can bedeli” niteliği taşıdığı; bilim ve uygarlık bunca gelişmiş olmasına karşın, geçmişte olduğu gibi bugün de, kişiler ister eğitimli ister eğitimsiz, ister varlıklı ister yoksul olsunlar,öldürene veya ölümden sorumlu olanlara bir bedel (tazminat) ödeterek, uğradıkları maddi zararların yanı sıra, insanın doğal yapısından kaynaklanan “öfke, kin, öç alma” duygularını da yatıştırmayı amaçladıkları yadsınamaz bir gerçekliktir.
Ama nedense, insanın yüzyıllardır değişmeyen doğal yapısını ve yaşam gerçeklerini gözardı eden kimi hukukçular, “can bedeli-can zararı” nitelemesini kabul etmemekte; bir kimsenin yakınını yitirmesini bir “mal zararı” olarak görüp öyle değerlendirmeyi uygun bulmaktadırlar. Oysa, ölüm nedeniyle istenen maddi ve manevi tazminat, bir bütün halinde ele alındığında bunun bir “can zararı” olduğu, “mal zararı” olarak değerlendirilmesinin bir hesaplama zorunluluğundan kaynaklandığı; “mal zararı” olarak nitelenmesi durumunda dahi gerçekte yitirilenin ölenin maddi ve manevi “varlığı” ve yakınlarına “beden ve beyin gücü” ile sağladığı desteklik olduğu; ölenden bir miras (taşınır-taşınmaz mal, şirket, işletme, işyeri vb.) kalmış olsa bile bu malvarlığı değerini üreten kişinin “beden ve beyin” gücünden yoksun kalındığı; yoksun kalan kişiler varlıklı olsalar dahi, ölenin gerek yardım ve hizmet ederek, gerek parasal olanaklarını artırarak onlara “beden ve beyin” gücüyle sağladığı destekliğin ölümle son bulduğu gerçekleri bilinmeli, görülmelidir.
Tüm toplum bilimlerinde olduğu gibi, hukukta da tarihsel evrim ve yaşam gerçekleri ile insanın “doğal yapısı” gözardı edilmemek gerekir. Aksi takdirde toplum duyuncunu rahatlatacak, hukuktan ve yargıdan bekleneni gerçekleştirecek doğru bir çözüme ulaşılamaz.
Öldürülen kişinin yakınlarının tazminat isteme hakları, bilindiği gibi, maddi ve manevi olmak üzere iki tür olup, uygulamada her ikisinde de sorunlar yaşanmaktadır. Destekten yoksun kalma olarak adlandırılan maddi tazminatın katı, dar, sınırlı koşulları, hesaplama yöntemlerindeki ve hukuksal değerlendirmelerdeki belirsizlikler; manevi tazminatın ortak ve kesin bir ölçüsünün bulunamaması uygulamadaki sorunların en başında gelmektedir.
Yargıdaki ve uygulamadaki sorunların aşılabilmesi için, bu konuda kitap ve özellikle bilimsel makale yazan hukukçuların, yabancı hukukçulardan ve birbirlerinden alıntılarla yetinmeyip, kalıplaşmış yorumları ve tekerleme gibi ezberlenmiş tanımları bir yana bırakarak, ülke ve yaşam gerçeklerini, içinde yaşadığımız toplumun zaman içinde değişen yapısını ve özellikle yargıya yansıyan çok sayıda somut olayları inceleyerek kapsamlı bir araştırma evresinden sonra, yoğun tartışmalar yaparak ortak çözüm arayışlarına girmeleri gerekir.
Yargıdaki uygulamalarda da, öldürülen kişinin yakınlarının tazminat isteme hakları konusunda maddi ve manevi tazminat ayrımı yapılmamalı; her iki tazminat türü bir bütün halinde ele alınıp, biri ötekini tamamlar biçimde bir değerlendirme ile sonuca varılmalıdır.
Böylece, maddi tazminatın dar kalıpları içinde sıkışıp kalmış, katı ve biçimsel kurallar yüzünden bazı durumlarda yeteri kadar hesaplanamayan maddi tazminatın eksikleri, yargıç tarafından adaletli bir biçimde belirlenecek manevi tazminatla tamamlanmış olacaktır. Ölüm ve yaralanma nedeniyle açılan davalarda, çoğu kez maddi ve manevi tazminat birlikte istendiğine göre, yargıç, kusur ve sorumluluğun ağırlığına ya da hafifliğine, ölen ile davacılar arasındaki ilişkilerin özelliklerine,uğranılan zararın (yoksunluğun) derecesine, tazminat hesabı ile ortaya çıkan maddi tazminatın hakça ve yeterli olup olmadığına bakarak, manevi tazminat tutarını belirlemelidir.
2- Yaşam gerçekleri ve insanın doğası gözardı edilmemelidir.
a) Yanlış görüşler
Destekten yoksun kalma tazminatı konusunda yazılıp söylenenlerin büyük bir bölümünün uygulamada ve yargıda yeri ve etkinliği bulunmamaktadır. Zaten çoğu uzun yıllar öncesine ait olup, yabancı hukukçuların veya onlardan etkilenen bizim hukukçularımızın, uygulamadan kopuk, yaşam gerçekleriyle bağdaşmayan, hiçbir araştırmaya dayanmayan, birbirinden alıntılarla yinelenip duran, biraz da insafın ölçüsü kaçırılmış görüşleridir.
Bugün bunların yargıda ve Yargıtay kararlarında pek sözü edilmemekte ve etkinliği kalmamış bulunmakta ise de, konunun ayrıntılarını bilmeyen ve henüz tazminat hukukunun inceliklerine erişememiş (yargıç, avukat) kimi uygulayıcıların, bilimsel görüşler oldukları düşüncesiyle etkisinde kalarak yanlışa düşmeleri, düşürülmeleri yüzünden, uygulamada zaman zaman sıkıntılar yaşanmakta, sonuçta doğruya ulaşılmış olsa da davaların gereksiz yere uzamasına neden olunmaktadır.
İleri sürülen görüşler arasında öyleleri var ki, bu kadarı da olmaz demekten kendinizi alamıyor; bu ne biçim bir hukuk anlayışıdır diyerek isyan ediyorsunuz. Destekten yoksunluğu, genel zarar kavramına bağlayıp “malvarlığında eksilme” olarak niteledikten sonra, nasıl ve neye göre saptanacağı belirsiz “bakım gücü-bakım ihtiyacı” kavramlarını temel ölçü alan anamalcı (kapitalist) ülkelerin koşullanmış hukukçuları:
"Yakınlarını yitirenler varlıklı iseler ya da ölen destekten (hattâ üçüncü kişiden) bir miras kalmışsa davanın reddedilmesi veya bakım ihtiyaçları giderildiği ölçüde tazminattan indirim yapılması gerekeceğini;
Desteğin ölümüne rağmen, davacı mevcut yaşam seviyesini sürdürecek güce sahipse davanın reddedileceğini; çünkü, destekten yoksun kalma tazminatının kâr sağlama aracı olmadığını;
Desteğin ölümüyle davacı elde ettiği miras sayesinde, ne derece ihtiyaçtan kurtuluyorsa, o nispette zararının azalacağını; miras gelirleri, destek görenin hayat seviyesini yükseltmişse, herhangi bir zarardan söz edilemeyeceğini;
Mirasın erken kazanılmasıyla elde edilebilecek gelirlerin haksahiplerini bakım ihtiyaçlarından kurtardığı ölçüde tazminattan indirim yapılması veya davanın tümden reddedilmesi gerektiğini;
Giderek, dava devam ederken, davacılara destek dışındaki üçüncü kişilerden bir miras kalmışsa bakım ihtiyaçlarını giderdiği ölçüde zarardan indirim yapılacağını;
Diğer destekler tarafından yapılan yardım, destek görenin bakım ihtiyacını büyük ölçüde ve tamamen kaldırıyorsa, tazminata hükmedilmemesi ya da daha az miktara hükmedilmesi gerektiğini;
Miras gelirleri destek görenin hayat seviyesine uygun olarak yaşamaya devam etmesine imkân veriyorsa, herhangi bir zarardan söz edilemeyeceğini;
Miras bırakanın vakitsiz ölümüyle mirasçı daireyi iktisap edeceğinden, kira gelirlerinin denkleştirilmesi, yani tazminattan indirim yapılması gerektiğini;
Elde edilecek miras menfaatlerinin yüksekliği ölçüsünde bakım ihtiyacı sona ereceğinden, aksine bir çözümün kabulünün, yani tazminata hükmedilmesinin, yasa hükmünün taşıdığı fikir ve ruha (?) aykırı olacağını;
Miras menfaatlerinin yasal bir hak olduğu düşüncesiyle nazara alınmamasının, sosyal anlayış (!) ve adalet ilkeleri (!) bakımından da bir tezat oluşturacağını" savunmaktadırlar.
Görüldüğü gibi, akılalmaz bir mantıkla, zarar görenler değil, haksız eylemi işleyenler ve zarar sorumluları korunup kollanmakta, tazminat ödemekten kurtulmaları sonucunu doğuran bir anlayış sergilenmektedir. Bütün bunlara karşı, haksızlığın ve insafsızlığın bu derecesi de olmaz demekten kendimizi alamıyoruz. Bu, düpedüz mağdur düşmanlığı değil midir ?
Haksız ve insafsız görüşler bunlarla sınırlı değildir.Nedense dul kalan kadının tazminat hakkı konusundaki görüşler de son derece katı, acımasız ve hukuk adına ürkütücüdür. Bakın bu konuda neler denilmiş:
Dul eş, kendi kazancıyla yaşam seviyesini sürdürebiliyorsa, bakım ihtiyacı şartı gerçekleşmeyeceğinden, tazminata hükmedilememeli imiş. Dul kalan kadın çalışmaya başlamışsa, destek tazminatı işe başladığı tarihe kadar hesaplanmalıymış. Kocasının sağlığında büro işlerinde çalışmakta olan bir kadının çalışmayı sürdürmesi beklenmeliymiş. Çocuğu olduğu halde, çocuğun yaşı ve kendi yetenekleri gereği çalışabilecek dul kadın, yarım gün de olsa çalışmalıymış. Dul kadının çalışması zararı azaltma yükümlülüğünün bir gereği imiş. Kadının evlenmeden önce çalışmış olması, bir işte uzmanlığının bulunması, yaşının, çocuk sayısının çalışmaya elverişliliği gibi etkenler nedeniyle çalışmasının beklenmesi, dürüstlük kuralının (!) bir sonucu imiş.”
Bütün bu akılalmaz görüşlerin, bilimsellik adına da olsa kitaplara alınmasını doğru bulmuyoruz. Çünkü, kimi zaman bu yanlış, haksız, insafsız görüşler her nasılsa uygulayıcıyı yanıltmakta; yanlış, haksız, adaletsiz kararlar verilmesine neden olunmaktadır.
Yargıtay’ın son otuz yılda oluşturduğu kararlara baktığımızda yukardaki görüşlerin hemen hiç birine değer verilmediğini, çok seyrek yanılmalar dışında, kararların büyük çoğunluğunun içinde yaşadığımız toplumun yapısına, halkımızın eğilimlerine ve davranış alışkanlıklarına, ülke ve yaşam gerçeklerine uygun bulunduğunu gözlemliyoruz. Arada yanlış kararlar verilmesi ve yerleşik kararlara ters düşülmesi, daha çok hiç bir araştırma yapmadan alıntılarla yetinen, öteden beri söylenenleri yineleyen ve kendilerini yenilemeyen bilim çevrelerinin eskimiş kitaplarındaki tanımların ve yukarda örnekleri verilen yanlış görüşlerin etkisinde kalınması yüzündendir.
Yeri gelmişken belirtelim ki, Yargıtay’ın uzun yıllardan beri baskın görüşleri, mirasın ve miras gelirlerinin destek tazminatı ile ilişkilendirilmeyeceği ve bunların tazminatın kazanç unsuruna da katılmayacağı; tazminatın, yalnızca ölen desteğin malvarlıklarına “bedeni ve fikri” katkısının karşılığı olan “emsâl kazançlar” üzerinden hesaplanması gerektiği yönündedir. Çünkü, ölümle (taşınır taşınmaz malları, şirket, işletme, çiftlik, şirket kâr payları, banka hesapları vb gibi) miras ve miras gelirleri haksahiplerine kaldığından, onların bu yönden bir kayıpları bulunmamaktadır. Yoksun kalınan yalnızca ölenin beden gücü (bedensel ve düşünsel etkinliği) ile yarattığı ekonomik değerdir. O halde tazminatın ölçüsü yalnızca ölenin “bedensel ve düşünsel” katkısı olmalıdır.
Miras ve miras gelirleri konusunda şu söylenenler en doğrusudur:
"Mirasçılık kanundan doğan bir haktır. Bu nedenle, mirasçının kanun gereği nasıl olsa bir gün iktisap edeceği mirası “yarar” saymak mümkün değildir. Kaldı ki, zarar verenin haksız ve hukuka aykırı olarak öldürdüğü bir kimsenin servetinden denkleştirme yoluyla yararlanması, hukuk duygusunu incitecek niteliktedir. Diğer taraftan, mirasçılık, zarar verici olayın sonucu değil, ölüm olayının bir sonucudur. Kanun, mirasın miras bırakanın ölümüyle açılacağını öngörmüştür. Bu nedenle zarar veren Kanunda öngörülen bu hükme dayanamaz. Ayrıca, mirasçı kavramı ile desteklenen (yardım gören) kavramları da birbiriyle eş kavramlar değildir.Desteklenen kişinin mutlaka mirasçı olması şart değildir. Nihayet, sorumlunun zarar verici öldürme olayı, miras bırakan desteğin, daha önce ölümüne sebep olmakla, onun malvarlığının ve dolayısıyla terekesinin artma olasılığını da önlemiş bulunmaktadır. Destek, zarar verici olay sonucu ölmeseydi belki daha uzun yıllar yaşayacak ve miras mallarını artıracaktı. Erken ölüm sonucu bu imkân önlenmiştir."
b) Yaşam gerçekleri
Kişilerin, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, bir kazançları ve malvarlıkları bulunmasa da, beden güçleriyle, her zaman ve her durumda birbirlerine yardım ve hizmet ederek destek oldukları bir “yaşam gerçeği”dir. Hukuk, toplumbilim kurallarına ve özellikle uygulandığı ülke halkının gelenek, görenek ve inançlarına göre biçimlenmek zorundadır. Aksi takdirde, toplumdan ayrı düşer, işe yaramayan soyut bir kavram olur.
Birlikte yaşayan ve birbirine yakın kişiler arasında, yaşamları boyunca, sürekli dayanışma, yardımlaşma, koruyup kollama bir yaşam gerçeğidir. Varsıl veya yoksul, büyük küçük tüm yakınlar arasında ister aynı çatı altında yaşıyor olsunlar, ister ayrı yerlerde bulunsunlar, dayanışma, yardımlaşma, gelirlerini ve olanaklarını paylaşma, türlü gereksinimlerini karşılama, birbirlerinin yaşamlarını kolaylaştırma hep vardır. Destek kavramının öncelikle bu toplumsal olgu çerçevesinde değerlendirilmesi ve böyle algılanması gerekmektedir.
Gene bir yaşam gerçeği olarak desteklik, parasal olabileceği gibi, yardım ve hizmet ederek, bakıp gözeterek, yiyecek, elbise, mesken sağlayarak, eğitim masraflarını karşılayarak, öğüt vererek, yol göstererek, bilgi ve deneyimlerinden yararlandırarak da olabilmektedir. Bu nedenle, “bedensel ve düşünsel” varlığıyla yakınlarına yardım eden kişi “destek” olarak ve ölenin “bedensel ve düşünsel” yardımını yitiren kişiler de destekten yoksun kalanlar olarak kavranmalı ve tanımlanmalıdır.
Bu yaşam gerçekleri Yargıtay’ın çoğu kararlarında kabul edilmiş, benimsenmiştir. Ancak ne var ki, gerek bilim çevreleri ve gerekse kimi uygulayıcılar bu kararların farkında olmadıkları için, geçmişin kalıplaşmış kavramlarına saplanıp kalmışlardır. Yargıtay, bu konuda son derece gerçekçi ve toplum kurallarına saygılıdır.
Bir kararda “Anne ve babanın ihtiyaçları olmasa bile, evlâdın her türlü hastalık ve sıkıntılarında onların yardımına koşması, bayram günlerinde ziyaret etmesi ve evde ailesine yardımcı olması maddi desteklik kapsamında kabul edilmelidir” denilmiş;
Bir başka kararda da “Geçim sıkıntısı olmayan bir kimsenin, bir yakınını kaybetmesinden dolayı destekten yoksun kalma tazminatı isteyemeyeceğinin kabulü, Borçlar Kanunu’nun 45’inci maddesi 2’nci fıkrası hükmünün amacına aykırı düşer” denilerek, özellikle “zarar” tanımını “malvarlığında eksilme” olarak sınırlayan ve destek ile destekten yoksun kalmayı “bakım gücü-bakım ihtiyacı” türünden belirsiz, görece, katı ve anamalcı kavramlarla açıklamaya ve sınırlamaya çalışan görüşlere karşı çıkılmıştır.
Bize göre, (akıl hastalığı ve başkasının sürekli bakımını gerektirecek derecede sakatlık gibi) çok ayrık durumlar dışında, aynı çatı altında yaşayan veya ayrı yerde de olsalar aile bireyi olan kişilerin (parasal güçleri olmasa bile) bedensel ve düşünsel güçleriyle birbirlerine yardım ve hizmet yoluyla destekliklerinin ve dayanışmalarının bir yaşam gerçeği olduğu; bu yoldan birbirlerinin yaşamlarının kolaylaştırdıkları; haksız ve hukuka aykırı ölüm sonucu bu yardım ve dayanışmadan yoksun kalınmasının başlı başına maddi tazminat (destekten yoksun kalma tazminatı) isteğinin haklı bir gerekçesi olduğu kabul olunmalıdır. Bu, insanca, hakça bir çözüm olacak; yargıya olan güven artacak, toplumun duyuncu rahatlayacaktır.
Yargıtay’ın son otuz yılda oluşan ve gelişen kararlarına bakıldığında “yardım ve hizmet” ederek destekliğin kalıcı bir biçimde benimsendiği, parasal destekliğin ayrık bir duruma dönüştüğü; bakım gücü-bakım ihtiyacı gibi görece ve kesinliği bulunmayan ya da malvarlığında azalma-çoğalma türünden katı anamalcı anlayışı yansıtan görüşlere artık yer verilmediği, bazı sapmalar dışında insanın değeri kavramına yakışır bir anlayışın yerleşmekte olduğu görülecektir. İlerde bu kararlardan genişçe söz edeceğiz ve örnekler vereceğiz.
3- Ülkemizin toplum yapısı ve yaşam biçimleri
Bir hukuk sistemi, kaynağı ne olursa olsun, uygulandığı ülkenin toplumsal ve ekonomik koşullarına göre biçimlendirilmek ve yasa hükümleri o doğrultuda yorumlanmak gerekir. Yasanın başka bir ülkeden alınmış olması, o ülkenin yaşam koşullarına, ekonomik ve toplumsal yapısına göre yapılan yorumları benimsemeyi gerektirmez. O ülkenin hukukçuları gibi düşünmek, onların düşüncelerini ve kuramlarını hiçbir araştırma yapmadan öylece benimsemek doğru değildir. Ülkemizin toplum yapısını incelemek, bilmek, halkın eğilimlerini iyi kavramak gerekir. Ancak ondan sonradır ki, ülke gerçeklerine uygun bir değerlendirme ile hakça bir sonuca ulaşılabilir.
Kişilerin birbirlerine destekliği konusunda, ülkemizin toplum yapısını inceleyerek vardığımız sonuçlar şunlardır:
Özellikle vurgulayalım ki, hiçbir dilde bizdeki kadar akraba adı yoktur. Örneğin, başka dillerde amca ve dayı, hala ve teyze tek sözcükle adlandırılırken, bizde adlandırmalar çok ve çeşitlidir. Elti, yenge, gelin, görümce, kaynana, kayınbaba, baldız, kayınço, ini, ede, emmi, bibi, dünür gibi bir yığın adlandırılmaların yanı sıra, bir de akraba olmayanların dayanışmasına ilişkin kirve, karındaş, kankardeşi, ahiretlik, can yoldaşı gibi yakınlıklar da vardır. Çağdaş aile, modern aile, küçülen aile eğilimlerine karşın, ülkemizde akraba ve dost dayanışması olanca sıcaklığıyla süregelmektedir. Bu toplumsal yapı, doğal olarak parasal destekliğin ötesinde ve daha sıklıkla “yardım ve hizmet ederek” destekliği öne çıkarmakta; destekten yoksunluğun ölçüsü, özellikle kişilerin “bedensel varlıklarıyla” birbirlerine yardımı ve dayanışması olmaktadır.
Ülkemizin çoğu yörelerindeki komşuluk ilişkileri de, her ne kadar ve kural olarak destek tazminatının konusu olamazsa da, komşular arası yardımlaşma ve dayanışmanın sıklığı, dostluk ve arkadaşlıkların sıcaklığı ve içtenliği, destek tazminatı konusunda yapılacak yorum ve değerlendirmelere kaynaklık edecek nitelikler taşımaktadır. Bugün kalabalıklaşan kentlerde kişilerin en büyük özlemleri geçmişteki komşuluk ilişkileri olduğu içindir ki, bu konuda çekilmiş filimler, yayınlanmakta olan televizyon dizileri büyük ilgi görmektedir.
Bütün bunlara bakarak diyebiliriz ki, ülkemiz koşullarında ve toplum yapısına uygun bir biçimde destekliğin ve destekten yoksunluğun değerlendirilmesi, halkın yargıya olan güvenini güçlendirmek ve duyuncunu (vicdanını) rahatlatmak için gerekli ve zorunludur.
II- ÖLÜMÜN YOLAÇTIĞI ZARAR KAVRAMI
1- Genel olarak zarar kavramı (Yerleşik görüş)
Yerleşik görüşe göre, ölenin yakınlarının “zararı” ne tür bir zarardır ? Bunu açıklığa kavuşturabilmek için önce “zarar” kavramı üzerinde durmamız gerekmektedir.
Öğretide yapılan tanımlara göre, genel anlamda zarar, bir olayın, bir eylemin ya da bir durumun yol açtığı kötü sonuç ya da çıkar yitimidir; can veya mal varlığının eksilmesi veya yokolmasıdır.
Ancak ne var ki, genel anlamda zarar kavramının bu geniş ve kapsamlı tanımı, Borçlar Yasası’nın ölüm ve bedensel zararlara ilişkin hükümleri yönünden dar yorumlanmış; “can” zararı olarak değil, “mal” zararı olarak değerlendirilmiş; böylece insanın yaşama hakkı ve insanın değeri kavramı gözardı edilmiştir. Genel kabule göre “zarar, bir kimsenin malvarlığında istenci dışında meydana gelen azalmadır. Malvarlığının, zarar verici eylem olmasa idi, alacağı durum ile eylem sonucu aldığı durum arasındaki farktır. Zarar, malvarlı-ğının aktifinin azalmasından, yoksun kalınan kazançtan veya pasifinin artmasından ileri gelebilir.”
Bu tanıma göre, ölüm ve yaralanmanın yol açtığı “zarar”dan anlaşılması gereken “malvarlığı eksilmesi”dir. İnsanın sırf “insan” olarak canına gelen zararlar “can zararı” olarak değil, “malvarlığı zararı” olarak ele alınmış, uzun yıllar boyunca öyle değerlendirilmiştir. Ancak, ilerde açıklanacağı üzere, “malvarlığı” kavramı ile “can zararı-mal zararı” ayırımındaki (hesaplamanın zorunlu kıldığı) “mal zararı” kavramı birbiriyle karıştırılmamalıdır.
2- Ölümün yolaçtığı zarar nedir ve kimlerin zararıdır ?
Haksız eylem veya hukuka aykırı bir olay sonucu ölümden kim veya kimler zarar görür, bu zarar ne tür bir zarardır ?
Bu konuda yapılan tanımlar ile ileri sürülen görüşler birbiriyle çelişmekte; ortaya mantık süzgecine takılan bir tablo çıkmaktadır. Özellikle, ölümün yolaçtığı zarar, ölenin değil, destekten yoksun kalanların zararıdır, denildikten sonra, destekten yoksun kalma zararının “yansıma zarar” olarak nitelendirilmesi anlaşılır gibi değildir. Oysa, zarar, sağlar arası bir olgudur. Ölenin/öldürülenin yaşamı artık sona ermiştir; onun zarara uğradığından söz etmek doğa yasalarına aykırıdır; çünkü malvarlığı üzerinde tasarrufu ölümle sona ermiştir. Artık ölen kişi bir etkinlikte bulunamayacağına, bir işlem ve eylemi gerçekleştiremeyeceğine göre, malvarlığı üzerinde tasarrufta bulunması, onu eksiltmesi veya artırması söz konusu olamaz.
Zararı, hem destekten yoksun kalan kişilerin “malvarlığının eksilmesi” olarak tanımlayacaksınız, hem de ölenin zararından söz edeceksiniz. Oysa, ölümle, ölen bir zarara uğramamış, malvarlığı eksilmemiş, yalnızca bu dünyadaki varlığı sona ermiştir. Ölenin malvarlığı, mirası (ki varsa) yerinde durmaktadır, eksilmemiştir. Eğer eksilecek veya ortadan kalkacaksa, bunu mirasçılar gerçekleştireceklerdir.
Bu nedenlerle, öğretide bir kısım hukukçuların, ölümü, ölenin “doğrudan zarara uğraması” olarak niteleyen ve ölenin yardım ve desteğinden yoksun kalanların zararını “yansıma zarar” olarak tanımlayan görüşlerine şiddetle karşı çıkıyoruz. Bunun hem çağdaş mantığa aykırı olduğunu, hem de gerçek anlamda “yansıma zarar” kavramı ile karıştırıldığını, yargıda bir takım anlaşmazlıklara ve duraksamalara neden olunduğunu, gözlemlerimize dayanarak söylüyoruz.
Şunu da ekleyelim ki, üretim-tüketim ilişkileri ve yaşam gereksinmeleri içinde yer alan her türlü ekonomik çıkarlarda, kişilerin bir nesneden (eşyadan, aygıttan) yararlanmaları ile yakını oldukları kişilerden yararlanmaları arasında nitelikçe bir fark yoktur. Bu bağlamda, bir kimsenin eşyasına, evine, arabasına verilen zarar nasıl ki “yansıma zarar” değil, “doğrudan zarar”sa, aynı biçimde “ekonomik” anlamda bir eşyadan yararlanıldığı gibi, maddi destekliğinden, beden ve beyin gücünden, yardım ve hizmetinden yararlanılan insanın yitirilmesi de "yansıma zarar" değil, “doğrudan zarar” olarak nitelenmek gerekir. Kısaca şöyle de diyebiliriz: Yararlanılan eşyanın yitirilmesi ile yararlanılan kişinin yitirilmesi arasında “ekonomik” yönden bir fark olamaz; her ikisi de “dolaylı-yansıma” değil, “doğrudan zarar”dır.
Bir başka çelişki de, destekten yoksun kalma tazminatına ilişkin ortak ve herkesçe benimsenmiş tanıma aykırı yorumlarda ortaya çıkmaktadır. İsviçre-Türk Borçlar Hukukunda destekten yoksun kalma tazminatının (ölenden) bağımsız niteliği şöyle tanımlanmakta:
“Destekten yoksun kalma tazminatı, doğrudan doğruya hayatta kalanların kişiliklerinde doğan bir haktır; bu hak onlara ölenden geçmiş değildir. Çünkü, ölenin, haksız fiil işleyene karşı bu nitelikte bir dava açması düşünülemez. Böyle olunca da, destekten yoksun kalma tazminatı ile ölenin malvarlığı arasında herhangi bir ilişki kurulamaz” denilmektedir.
Bu tanıma göre :
a) Ölümün yolaçtığı zarar, ölenin değil, destekten yoksun kalanların zararıdır.
b) Zarar, ölümün kendisi değil, ölenin yakınlarının “yardımdan ve destekten yoksun kalma” biçiminde ortaya çıkan zararlarıdır.
c) Bu zarar, ölenden kalan bir miras değildir.
d) Tazminat isteme hakkı, ölenden geçen bir hak değil, doğrudan doğruya hayatta kalanların kişiliklerinde doğan “bağımsız” bir haktır.
e) Bu hak ölenden miras kalmadığı için, ölenin terekesine katılamaz ve alacaklıları tarafından haczedilemez.
Sonuç olarak, ölümün yolaçtığı zarar:
1) Ölenin değil, yakınlarının “yardımdan ve destekten yoksun kalma” biçiminde gerçekleşen zararlarıdır.
2) Ölen/öldürülen kişinin yaşamı sona ermekle, onun zararından söz edilemez. Çünkü “zarar-zarara uğrama ”sağ kalanlara özgüdür.
3) Zarar görenler, ölenin sağlığında “yardım ve hizmetinden veya maddi desteğinden” yoksun kaldıklarını kanıtlayabilen kişilerdir.
3- Yargıtay kararlarına göre destekten yoksun kalanların zararı
Ölüm sonucu yakınların zararı önceleri “malvarlığında eksilme, ölenin parasal destekliğini yitirme” olarak değerlendirilmekte iken, zamanla genişletilip yumuşatılarak “ölenin destekliğinin yalnız parasal olmayacağı, yardım ve hizmet ederek, yiyecek ve eşya vererek, bakıp gözeterek de destek olunabileceği” kabul olunmuş; böylece, bir yaşam gerçeği olarak, birlikte yaşayan veya birbirine yakın kişilerin ve özellikle aile bireylerinin her zaman, her durumda ve her biçimde birbirlerine maddi destek olacakları gerçeği uygulamada az çok yerini almıştır.
Maddi tazminat hesabında da, kişilerin birbirlerine “yardım ve hizmet” ederek destekliği ile ölenin “bedensel ve düşünsel” etkinliğiyle sağladığı desteklik “tazminatın ölçüsü” olarak alınmaya başlanmış olup, Yargıtay’ın son dönem kararları ile geçmişten gelen pek çok kararları bu yöndedir. Örneğin:
Yardım ve hizmet ederek desteklik konusunda:“Desteğin yardımının yalnızca parasal nitelikte bulunması zorunlu değil¬dir. Eylemli ve düzenli olarak yapılan hizmet edimleri de bir kimsenin destek sayılması için yeterlidir. Hizmet edimlerinden yoksun kalma durumunda, bunun karşılığı olarak maddi tazminatın ödetilmesi, Borçlar Yasası’nın 45. maddesine uygun düşer” denilmiş;
Ölenin “bedensel ve düşünsel etkinliğiyle sağladığı desteklik” ise tazminatın tek ölçüsü kabul edilmiş; ölenden (miras, miras gelirleri, şirket kâr payları, banka hesapları türünden) yüklü bir malvarlığı kalmış ve yakınlar bu yüzden zenginleşmiş ya da onlar zaten bakım ihtiyacı bulunmayan varlıklı kimseler olsalar dahi, ölenin “çalışarak, yardım ve hizmet ederek” sağladığı desteklikten yoksun kalınması, başlı başına tazminat istemek için yeterli bulunmuştur. Bu konuda Yargıtay kararlarında “Desteğin ölümüyle malvarlığını (şirketi, ticarethaneyi, çiftliği, tarım işletmesini, kira getiren mülkleri) yönetenden, desteğin “bedeni ve fikri faaliyetiyle” sağladığı “kişisel katkısından” yoksun kalınması ve destek yerine başka bir kişinin işleri üstlenmesi durumları değerlendirilerek bir “kazanç” unsuru saptanması ve buna göre tazminat hesabı yapılması” öngörülmüştür.
Uygulamada ve Yargıtay kararlarında uzun yıllardan beri “destekliğin yalnızca parasal olmayacağı, “yardım ve hizmet ederek de, gözetip kollayarak da destek olunabileceği” benimsendiğine göre, kesinlikle diyebiliriz ki, yoksun kalınan ölenin “bedensel ve düşünsel etkinliğiyle” sağladığı her türlü destekliktir. İşte ölenin yakınlarının zararı, malvarlığı eksilmesinin ötesinde ve öncelikle böyle bir zarardır.
Yargıtay’ın artık yerleşik, düzenli ve tutarlı nitelik kazanmış kararlarına göre, ölenden mirasçılarına yüklü bir miras kalmış olsa bile, ölenin bedensel ve düşünsel etkinliğinden yoksun kalınması başlı başına bir zarardır ve bu zarar destekten yoksun kalma tazminatının ölçüsü olarak alınmak ve değerlendirilmek gerekmektedir. Örneğin, Yargıtay kararlarında “ölenden gelir getiren malvarlıkları, bir işletme, bir şirket, bir çiftlik kalmış olsa ve bunların gelirleri yakınların geçimini sağlayacak yeterlikte bulunsa bile, bu malvarlıklarını işleten ve yönetenden yoksun kalınmış olması nedeniyle tazminata hükmedilmek gerekeceği” açıklanmıştır. Bunu yukarda da bir başka biçimde belirttik.
III-TEMEL KAVRAMLAR VE TANIMLAR
Destekten yoksun kalma tazminatı konusunda benimsediğimiz ve savunduğumuz görüşleri açıkça belirtmek ve saptamak amacıyla,belli başlı kavramları, başlangıçta, kısaca tanımlamak istiyoruz.
1) Destek: Yaşadığı sürece yakınlarına maddi ve manevi destek olan, “parasal, bedensel ve düşünsel etkinliğiyle” yardım ve hizmet eden kişidir.
2) Desteklik: Para vererek, yardım ve hizmet ederek, yiyecek, elbise, mesken sağlayarak, eğitim masraflarını karşılayarak, koruyup kollayarak, yol göstererek, bilgi ve deneyimlerinden yararlandırarak yapılabilir.
3) Destekten yoksunluk: Ölenin parasal, bedensel ve düşünsel etkinliğiyle sağladığı yardımlardan, hizmetlerinden, bakım ve gözetiminden, koruyup kollamasından, bilgi ve deneyimleriyle yol göstermesinden yoksun kalınmasıdır.
4) Destek tazminatı: Ölenin ekonomik gücüyle, bedensel ve düşünsel varlığıyla, yardım ve hizmetleriyle, yoksun kalanların yaşamını kolaylaştırıcı her türlü etkinliğiyle sağladığı destekliğin parasal değerlendirmesidir.
5) Kimler destek sayılacaktır: Eş, çocuk, anne, baba gibi aile bireyleri ile çok özel durumlarda kardeşler birbirlerinin desteği olup, bunların dışındakiler ayrıntı ve çok uzak olasılıklardır.
6) Kimler destekten yoksun kalmış olacaktır: Yukarda sayılan kişilerden birinin ölümüyle, yardım, desteklik, dayanışma, bakıp gözetme, koruyup kollama sona ereceğinden, ötekiler destekten yoksun kalmış olacaklardır.Yasa’da, öğretide ve yargısal inançlarda “destekten yoksun kalma tazminatı” isteyebilecek olanlar sınırlandırılmamış olup, bunlardan başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
a) Eşler birbirlerinin desteğinden yoksun kalırlar. Aralarında evlilik bağı olmayanlar birlikteliklerini kanıtlamak koşuluyla destekten yoksun kalmış sayılırlar. Kesin evlilik hazırlığı içinde olup da ölümle evlilikleri gerçekleşmeyen nişanlılardan sağ kalan da destekten yoksun kalmış sayılabilir.
b) Çocuklar, ana babalarının desteğinden yoksun kalırlar. Ancak bu yoksunluk, ayrık durumlar dışında, belli yaşlarla sınırlıdır. Evlilik dışı çocuklar ile evlatlık hakkında da uygulama aynıdır.
c) Ana ve baba, çocuklarının destekliğinden yoksun kalırlar. Bu konuda küçük yaştaki çocuklarla yetişkin evlatlar arasında uygulama farkı vardır.
ç) Kardeşler, çok özel durumlarda ve eylemli desteklik kanıtlanmak koşuluyla birbirlerinin desteği olabilirler. Bunun için Medeni Yasa'nın 364.maddesindeki nafaka yükümlüsü olmak ve refah içinde bulunmak koşul değildir.
d) Aynı çatı altında, aynı evde yaşayan kişilerin (aralarında kan bağı ve akrabalık ilişkisi olmasa bile) birbirlerine yardım ve hizmet ederek destekliği de kabul edilmelidir,
e) Ölenin düzenli yardımını gören kişiler de (örneğin burs alan öğrenciler) destekten yoksun kalmış sayılırlar.
7) Tazminatın ölçüsü:
Parasal desteklikte tazminatın ölçüsü öncelikle “gerçek kazançlar” olup; gerçek kazanç kesinlikle saptanamıyorsa türlü yöntemlerle araştırılacaktır.
Yardım ve hizmet ederek desteklikte “asgari ücretler” birim alınacaktır.
Varsayımsal desteklikte, desteğin ilerde seçeceği meslek belli ise, bu mesleğin sağlayacağı kazançlar üzerinden, meslek henüz belli değilse asgari ücretler üzerinden tazminat hesaplanacaktır.
Ev hizmetleri ile emeklilik dönemindeki kişilerin yardım ve hizmet ederek destekliği söz konusu ise, tazminatın ölçüsü yine “asgari ücretler” olacaktır.
Parasal gücü olan kişilerin desteğinden yoksun kalanlar, aynı zamanda mirasçı iseler, tazminat hesabının ölçüsü, ölenin “bedensel ve düşünsel etkinliğiyle” malvarlığına sağladığı katkı olacağından, aşağıda açıklanacağı gibi, miras kazanımları tazminat hesabı ile ilişkilendirilmeyecek ve tazminat hesabının ölçüsü olmayacaktır.
IV-TAZMİNAT HESABINA KATILMAYACAK OLAN KAZANIMLAR
Tazminatın parasal değerlendirmesinde ölçü alınacak olan yalnızca ölenin “bedensel ve düşünsel üretimi” ile “yardım ve hizmet ederek” sağladığı desteklik olup, bu hesaba:
1) Ölenin mirası ile miras gelirleri ve malvarlığından kaynaklanan gelirler (kira gelirleri, işyeri gelirleri, şirket kâr payları, banka faizleri, değerli kâğıtların getirileri vb) katılmayacaktır. Bunlar tazminat hesabına katılmayacağı, yani tazminat hesabının ölçüsü olmayacağı için, tazminattan indirimleri de söz konusu olmayacaktır. Çünkü, yukarda Yargıtay kararlarından örneklerde görüldüğü gibi, tazminat hesabının ölçüsü, miras ve kira gibi miras gelirleri, işyeri (ticarethane, fabrika, işletme) kazançları, şirket kâr payları, kısaca miras ve miras gelirleri değil, bütün bunlara ölen desteğin “bedensel ve düşünsel katkısı” olacaktır. Böyle olduğu için de, destekten yoksun kalanlar, aynı zamanda mirasçı konumunda iseler, muristen kalan tüm malvarlıkları ve kazanımlar, destekten yoksun kalma tazminatı ile ilişkilendirilmeyecek ve tazminattan indirim nedeni olmayacaktır.
Uygulamada neler olup bittiğini izlemeyenler, tazminat hesaplarının nasıl ve hangi ölçülere göre yapıldığını bilmeyenler, araştırma zahmetine katlanmayıp, geçmiş zamanların yerli ve özellikle yabancı hukukçularından alıntılarla yetindikleri için, ölümle elde edilen yararlar adı altında mutlaka bir “denkleştirme” yapılacağı yanlışını sürdürmekte; tazminat hukukunun inceliklerini,özelliklerini bilmeyen kimi uygulayıcıları yanlışa sürüklemektedirler.
2) Destek tazminatı ile ilişkilendirilmeyecek ve tazminat hesabına katılmayacak kazanımlardan biri de, Sosyal Güvenlik Kurumu'nun ölüm dalından eş ve çocuklara bağladığı dul ve yetim aylıkları ile gene ölüm dalından ana ve babaya bağlanan gelirler olup, bunlar tazminatın ölçüsü olmayacak ve hesaplanan tazminattan indirilmeyecektir. Bu konuda Yargıtay 06.03.1978 gün 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında "Ölüm sigortasından bağlanan aylıklar, be¬lirli bir süre sigortalı olmanın ve prim ödemiş bulunmanın bir sonucudur. Zarar verenin bu paradan yararlanması söz konusu olamaz. O halde zarar veren, verdiği zararın tamamını açılan davada ödemelidir. Bu nedenle, tazminat ödemekle yükümlü olan kişi (ölüm dalından bağlanan aylıkların) destekten yoksun kalma tazminatından indirilmesini isteyemez” denilmiş; buna bağlı olarak aynı doğrultuda Hukuk Genel Kurulu ve Özel Dairelerce benzer kararlar oluşturulmuştur
3) Aynı biçimde Sosyal Güvenlik Kurumu'nun “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası” dalından bağladığı gelirlerin, sorumlu işveren ise “ilk peşin değeri"nden fazlası, sorumlu üçüncü kişi ise “ilk peşin değerin yarısı”ndan fazlası; bir başka anlatımla Kurum'un rücu edebileceği miktardan fazlası tazminattan indirilmeyecektir. (5510 sayılı Yasa m.21)
4) Yaşam sigortasından ve kişisel kaza (can) sigortasından ödenen tazminat tutarları ile yolcu taşıma kazalarında bir can sigortası türü olan zorunlu koltuk sigortasından alınan paralar da tazminat hesabıyla ilişkilendirilmeyecek ve tazminattan indirilmeyecektir.
5) Destekten yoksun kalanların kendi kazançları, malvarlıkları, her türlü gelirleri, başka kişilerden kalan miras ve miras gelirleri (bakım ihtiyaçlarını karşıladığı ve bu yüzden destekten yoksun kalmadıkları veya bakım ihtiyaçlarını karşıladığı ölçüde tazminattan indirim gerekeceği türünden, Yasa’nın anlam ve amacına aykırı yanlış görüşler destek tazminatı ile ilişkilendirilmemeli; tazminattan indirim ya da tazminat istemini red nedeni kabul olunmamalıdır. Bu tür yanlış görüşleri ilerde eleştireceğiz ve neden yanlış olduklarını kanıtlayacağız.
Özetle, yukarda sayılan malvarlığı değerleri ve gelirler (uygulamada) tazminatın kazanç öğesine katılmadıkları için, bunların tazminattan indirilmesi de sözkonusu olmamaktadır.
6) İndirimler konusunda 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı yeni Türk Borçlar Kanunu'nun 55.maddesinde: "Destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararlar, bu Kanun hükümlerine ve sorumluluk hukuku ilkelerine göre hesaplanır. Kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar ve tazminattan indirilemez" denilerek, bugüne kadar süregelen yanılgılar, duraksamalar,ve yanlış uygulamalar sona erdirilmiştir.
V- DESTEK TAZMİNATININ HUKUKSAL NİTELİĞİ
1-Yasa hükmü
Tam seksenaltı yıl sekiz ay yürürlükte kalan 818 sayılı Borçlar Yasası'nın 45. maddesi 2.fıkrasında: "Ölüm sonucu başka kimseler ölenin yardımından yoksun kalmışlarsa, onların bu zararlarını ödemek gerekir” denilmiştir.
Madde metninde geçen “yardım” sözcüğünün bir çeviri hatası olduğu, İsviçre Borçlar Kanunu’nda “destek” kavramının yer aldığı, buna göre maddenin “Ölüm yüzünden başka kimseler desteklerini yitirmişlerse bu zarar için de tazminat vermek gerekir” biçiminde düzeltilmesi gerektiği bilim çevrelerince savunulmuş; böylece ölüm nedeniyle tazminat isteklerinin adı “destekten yoksunluk tazminatı” olarak öğretiye ve yargı kararlarına yerleşmiştir.
6098 sayılı yeni Türk Borçlar Kanunu'nun 53.maddesinde “Ölenin desteğinden yoksun kalanların bu sebeple uğradıkları kayıplar“ denilerek daha soyut bir anlatım yeğlenmiştir. Kanımızca yeni yasadaki bu açıklama biçimi “destek” ve “destekten yoksunluk” kavramlarını daha geniş yorumlamaya elverişli olacaktır.
Gözlemlerimize göre, 818 sayılı Yasa’nın 45’inci maddesindeki çeviri hatası olarak nitelenen “yardım” sözcüğü, ülkemizdeki uygulamada destekliğin, parasal olmanın ötesinde daha çok “yardım ve hizmet” biçiminde gerçekleşmesi nedeniyle daha fazla benimsenir olmuş; “destek” sözcüğünün önüne geçmiştir. Bu yüzdendir ki, destekten yoksun kalma tazminatının hukuksal niteliği konusunda öğretideki görüşler, destekliğin “yardım ve hizmet” biçimini gözardı ettiğinden, uygulamanın çok gerisinde kalmış; yaşam gerçeklerinin dışında kalınınca da öğretinin uygulamaya katkısı ülkemizde oldukça azalmış, giderek öğreti ve yargı âdeta birbirlerinden kopmuşlardır.
Bize göre, 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 45.maddesindeki “yardımdan yoksun kalma” deyimi, çeviri hatasından daha çok, bir uyarlama niteliği taşımakta; bu ise ülkemiz insanının, yasanın alındığı ülke insanlarından daha fazla ve daha sıkı bir biçimde “yardımlaşma ve dayanışma” ilişkisi içinde olduğu gerçeğinin, yasayı dilimize çeviren hukukçulara bir yansıması gibi görünmektedir.
Aynı biçimde 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 332/2.maddesinde, ölen işçinin “yardımından” yoksun kalanların ve 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 806/2 maddesinde, yolcunun ölmesi halinde onun “yardımından” yoksun kalanların tazminat isteme haklarından söz edilmesinin; ayrıca 6102 sayılı yeni Türk Ticaret Kanunu Tasarısı 914.maddesi 2.fıkrasında da “yardımdan yoksun kalma” deyiminin kullanılmış bulunmasının bir rastlantı olmadığı; ülkemizde kişilerin birbirlerine “destekliğinin” parasal olmanın çok ötesinde ve “malvarlığı zararı” kavramından da uzak, genellikle ve çoğu kez “yardım ve hizmet” biçiminde gerçekleşmesinin, “destek” sözü yerine “yardım” sözünün yeğlenmesi sonucunu doğurduğu kanısındayız.
Nitekim, geçmiş yıllarda yabancı hukukçuların ve onların görüşlerini paylaşan hukukçularımızın etkisinde kalarak, “malvarlığı” ağırlıklı ve “bakım gücü-bakım ihtiyacı” türünden belirsiz kavramların yolaçtığı yanlışlara düşen, mirasın bakım ihtiyacını karşılamış sayılıp sayılmayacağı, miras veya miras gelirlerinin tazminattan düşülüp düşülmeyeceği gibi konularda uzun süre bocalayan, kesin bir sonuca varamayan, birbiriyle çelişkili kararlar veren Yargıtay’ımız, Borçlar Yasası’nın ülkemiz koşullarına uyum göstermeye başlamasından sonra
Yargı’nın önüne gelen somut olaylara bakarak, halkımızın eğilimlerine, yaşayış biçimlerine uygun kararlar vermeye başlamış; bunun sonucu “malvarlığı zararı” kavramı ile kişilerin “bakım gücü- bakım ihtiyacı” var mı - yok mu türünden belirsiz ve saptanması neredeyse olanaksız yanlış değer ölçüleri bir yana bırakılarak; ölen destekten yüklü bir miras, bir işletme, şirket, çiftlik kalmış olsa bile, desteğin “bedeni ve fikri” çalışmasından yoksun kalınmasının başlı başına tazminat istemini haklı kılacağı, tazminatın ölçüsünün de desteğin “bedeni ve fikri” etkinliği olacağı; kişilerin çoğunlukla birbirlerine bedensel varlıklarıyla “yardım ve hizmet” ederek destek sağlamakta oldukları görüşleri giderek yerleşmiştir.
Sonuç olarak, 818 sayılı Borçlar Kanunu’muzun İsviçre metninden çevirisi sırasında “destek” deyimi yerine “yardım” sözcüğünün kullanılmış olmasının, bir çeviri yanlışı değil, ülkemiz insanlarının anlayış ve algılayışını yansıtan bir uyarlama olduğu; ülkemiz insanlarının birbirlerine destekliğinin, parasal olmaktan çok “yardımlaşma ve dayanışma” biçiminde gerçekleştiği;
Nitekim Yargıtay’ın son otuz yıldan bu yana oluşan ve artık yerleşik duruma gelen kararlarında, ölenin yakınlarına miras kalıp kalmadığı, ölenin bakım gücü ve kalanların bakım ihtiyacı bulunup bulunmadığı gibi destekliğin parasal yönleri üzerinde durulmadığı; buna karşılık desteğin “bedensel ve düşünsel” etkinliğinden ve kişilerin birbirlerine “yardım ve hizmetinden” yoksunluğun tazminatın ölçüsü kabul edildiği düşüncesindeyiz. Yasa metnini de böyle anlıyoruz. Yargıtay’ın tâ 1975 yılında verdiği bir kararında “Hizmet edimlerinden yoksun kalma durumunda, bunun karşılığı olarak maddi tazminatın ödetilmesi, Borçlar Yasası’nın 45. maddesine uygun düşer” denilmiş olmasının, bizim gözlemlerimizi doğruladığı kanısındayız.
Yasa metnindeki “yardım” sözcüğünün yanlış ve doğrusunun “destek” sözcüğü olduğu, nitekim 6098 sayılı yeni Borçlar Yasasında da “destek” sözcüğü kullanılmakla doğru bir deyim benimsendiği kabul olunsa bile, ister “yardım” denilsin, ister “destek” denilsin, bu söz ve kavramlardan nasıl olup da “malvarlığı” zararına, bakım gücü-bakım ihtiyacı ölçütüne ulaşıldığını; kişilerin yardımlaşması, dayanışması, birbirine destekliği gerçeğinin neden görmezden gelindiğini bir türlü anlayamıyoruz.
Oysa,Yasa metninde yalnızca “ölenin yardımından yoksun kalınması”ndan söz edilmiş olup, Medeni Yasa’nın 1.maddesine göre, yasalar öncelikle “sözüyle ve özüyle” uygulanmak zorundadır. (MK.m.1, f.1) Yasa hükmü, tartışılamayacak kadar açık, anlaşılır ve net ise yorum yapılamaz. Yoruma açık ise, yargıç karar verirken bilimsel görüşlerden ve yargısal inançlardan yararlanır. (MK.m.1,f.3)
Yasa metni açık ve anlaşılır olmasına karşın, ülkemizdeki bilim çevrelerince yabancı ülke hukukçularının etkisinde kalınarak, destekten yoksun kalma tazminatının bir “malvarlığı zararı” olarak nitelenmesini, buradan hareketle, destekten yoksun kalanların malvarlıklarında bir eksilme olmamışsa, “bakım ihtiyaçları” bulunmuyorsa, yani kendileri varlıklı iseler tazminat isteyemeyecekleri; daha da ötesi ölenden ya da üçüncü kişiden yüklü bir miras kalmışsa, “ihtiyaçları” giderildiği ölçüde tazminattan indirim yapılacağı biçiminde bir sonuca varılmasını anlamakta güçlük çekiyoruz.
Aslında, “malvarlığı zararı” deyimiyle kişilerin taşınır taşınmaz mallarına verilen zararlardan sözedilmediğini, bu deyimle (konumuz bakımından) destekten yoksun kalma zararının bir “can” zararı olarak değil, “mal” zararı olarak nitelenmesi ve öyle değerlendirilmesi gerektiğinin anlatılmak istendiğini biliyoruz. Ancak ne var ki, sorumluluk hukukundaki “can zararı-mal zararı” ayrımının ve “kaza sigortası-sorumluluk sigortası” kavramlarının ve bu bağlamda destekten yoksun kalma tazminatının önceden belirlenmiş bir “tutar” olmayıp, Sorumluluk Hukuku ilkelerine göre hesaplanan bir “maddi zarar” olduğunun ayırdına varamayanlar, “malvarlığı zararını” gerçek anlamda “mal-mülk” olarak algılayıp, kişilerin malvarlığında bir azalma olmamışsa, malvarlıkları artmışsa ya da varlıklı, malca paraca zengin kişiler iseler, ölenden ya da üçüncü kişiden bir miras kalmışsa, bakım ihtiyaçları ortadan kalkacağından tazminat isteyemeyecekleri biçiminde yanlış bir sonuca varmışlar; bu yanlış düşünce giderek yaygınlaşmış, yargıda bir süre haksız uygulamaların kaynağı olmuştur.
Destekten yoksunluğu, bir “malvarlığı zararı” olarak niteleyenlerin, sorumluluk hukuku yönünden söz konusu “mal zararı” kavramını, “mal-mülk,zenginlik” olarak algılayanların, ölümle kişilerin “malvarlığının eksildiğini” söyleyenlerin, çoğunluğu yoksul (malvarlıksız) halkımızdan ne kadar kopuk oldukları, yaşam gerçeklerine ne kadar uzak kaldıkları ortadadır. Öte yandan, bu düşüncedekiler, yakınlarını yitiren varlıklı kişilerin tazminat isteyemeyeceklerini savunmakla, haksız eylem sorumlularını ödüllendirmiş ve onları tazminat ödemekten kurtarmış olacaklarının ayırdında değiller midir, diye sormaktan kendimizi alamıyoruz.
Aşağıda bunları ayrıntılarıyla ele alıp eleştireceğiz.
2- Ölenden geçmeyen bağımsız bir hak olması
Haksız ölüm/öldürme sonucu yakınını yitiren ve onun desteğinden yoksun kalan kişilerin, öldürenden veya ölümden sorumlu olanlardan tazminat isteme haklarının, ölenle ve ölenin malvarlığıyla ilgisi olmadığını belirtmek için, destekten yoksunluk zararı ve tazminat isteme hakkı “bağımsız bir hak” olarak nitelenir.
Destekten yoksun kalma tazminatı, doğrudan doğruya hayatta kalanların kişiliklerinde doğan bir haktır; bu hak onlara ölenden geçmiş değildir. Çünkü, ölenin, haksız fiil işleyene karşı bu nitelikte bir dava açması düşünülemez. Böyle olunca da, destekten yoksun kalma tazminatı ile ölenin malvarlığı (mirası) arasında herhangi bir ilişki kurulamaz.
818 sayılı Borçlar Kanunu 45. (yeni 6098/TBK.53.) hükmünün açıklığı karşısında, destekten yoksun kalma tazminatı isteyebilmek için mirasçı olmak gerekmediğine göre, destekten yoksun kalan kişiler, ölenin mirasçısı olup da, mirası reddetmiş olsalar bile, sorumlulara karşı dava açabilirler ve tazminat isteyebilirler. Çünkü, destekten yoksun kalma tazminatı isteme hakkı, ölenden mirasçılara geçen bir hak değil, destekten yoksun kalanların kendi kişiliklerinde oluşan “bağımsız” bir haktır.
3- Bağmısız bir hak olmasının sonuçları
Destekten yoksun kalma tazminatı isteme hakkının, ölen desteğin her türlü hak ve yükümlülüklerinden, alacak ve borçlarından “bağımsız bir hak” olmasının sonuçları konusunda şunları söyleyebiliriz:
a) Ölenin sağlığında yaptığı sözleşmeler, borçlanmalar, bazı hak ve alacaklardan vazgeçmiş bulunması, destekten yoksun kalanları bağlamaz
Destekten yoksun kalma tazminatı isteme hakkı, ölenden geçmeyen bağımsız bir hak olduğu içindir ki, desteğin sağlığında yaptığı haklarını sınırlayıcı, ekonomik faaliyetlerini kısıtlayıcı her türlü anlaşmalar, borçlanmalar, hak ve alacaklarından vazgeçmeler destekten yoksun kalanları bağlamaz; tazminat isteme haklarını ortadan kaldırmaz. Destekten yoksun kalanların aynı zamanda mirasçı olmaları durumunda, mirasçılar, miras bırakanın ardılı olarak, onun borçlarından, yükümlülüklerinden, yaptığı sözleşmelerden sorumlu ve onlarla bağlı iseler de, mirası reddederlerse, bu yükümlülüklerinden kurtulurlar ve bağımsız olarak destekten yoksun kalma tazminatı isteyebilirler.
b) Mirasın reddedilmesi, tazminat isteme hakkını ortadan kaldırmaz.
Yukarda belirttiğimiz gibi, destekten yoksun kalanlar aynı zamanda mirasçı olup da mirası reddetmişlerse, bu durum destekten yoksun kalma tazminatı istemelerine engel değildir. Yargıtay'ın yerleşik kararları da bu yöndedir.
c) Terekenin borca batık olması destek tazminatı istenmesine engel değildir.
Ölen desteğin iflâs etmiş olması ve terekenin borca batık bulunması da destek tazminatı istenmesine engel değildir. Çünkü, destek eğer yaşasaydı, iflâs etmiş olmasına karşın bir biçimde çalışarak ya da bedensel varlığıyla yardım ve hizmet ederek yakınlarına destek olacaktı.
Bazı hukukçular, iflâs eden ve terekesi borca batık olan bir kimsenin, artık yakınlarına maddi destek sağlayamayacağı (onların deyimiyle, iflâsla geliri ve buna bağlı olarak bakım gücü kalmayacağı) için, ölümü halinde yakınlarının destekten yoksun kalma tazminatı isteyemeyeceklerini ileri sürmüşler ise de, bu görüş asla doğr0u değildir.Yukarda belirttiğimiz gibi, iflâsla ticari faaliyeti sona eren kimse, yaşamını sürdürmek ve en azından geçimini sağlamak için, bir biçimde başka yoldan ve başka işler yaparak geçimini sağlamak zorunda olacak; kendini, ailesini aç ve açıkta bırakmayacaktır. Giderek, çalışma yaşamından büsbütün çekilmiş ve eve kapanmış olsa bile, eşine yardım ve hizmet ederek destek olacaktır.
ç) Destek tazminatına, ölenin borçlarından dolayı "haciz" konulamaz
Destek tazminatı bağımsız bir hak olduğu içindir ki, aynı zamanda mirasçı konumundaki tazminat alacaklılarının, dava sonucu kazandıkları tazminatı tutarları üzerine, ölen desteğin borçlarından dolayı alacaklıları tarafından “haciz” konulamaz.
İcra ve İflas Yasası’nın 82.maddesi 11.bendine göre : “Vücut veya sıhhat üzerine ika edilen zararlar için tazminat olarak mutazarrırın kendisine veya ailesine toptan veya irat şeklinde verilen veya verilmesi lâzım gelen paralar” haczedilemez.
d) Tazminat alacakları "iflas masasına" kaydedilemez
Aynı biçimde, bu tazminat tutarları, murisin iflası nedeniyle masaya kaydedilemez. (İ.İf.K.m.211)
e) Tazminattan Veraset ve İntikal Vergisi alınmaz.
Destekten yoksun kalanların aynı zamanda miras olmaları durumunda, zarar sorumlularından alacakları tazminat tutarlarından “veraset ve intikal vergisi” kesilmez. (Veraset ve İntikal Vergisi Kanunu m.2/d)
f) Ölenin vergi borçlarından dolayı tazminata haciz konulamaz
Ölen desteğin vergi borçlarından dolayı da Vergi Daireleri, mirasçıların hakettikleri tazminatı haczedemez ve bu paradan vergi tahsil edemezler. (GVK m.25/1)
g) Desteğin sağlığında yaptığı "sorumsuzluk" anlaşmaları, destekten yoksun kalanları bağlamaz
aa)Bağımsızlığın bir sonucu da, ölenin sağlığında yaptığı işle ilgili olarak, iş sahibi veya işverenle yaptığı “kaza ve ölüm halinde tazminat istenmeyeceğine” ilişkin “sulh, feragat, ibra ve sorumsuzluk” anlaşmalarının, destekten yoksun kalanların tazminat isteme haklarını, hiçbir biçimde ve hiçbir koşulda ortadan kaldırmamasıdır.
Her ne kadar Borçlar Kanunu 99.maddesi 2.fıkrasında (6098 sayılı TBK.115,maddesi 3.fıkrasında) “hafif ihmalden doğan zararlardan dolayı sorumsuzluk anlaşmalarının bazı durumlarda geçerli olacağı” hükmü yer almış ise de, destek tazminatı hakkının bağımsızlığı nedeniyle, ölen destek böyle bir anlaşma yapmış ise bu anlaşma geçerli olmayacaktır.
Ayrıca, yaşam ve kişilik haklarını sınırlayıcı veya bu haklardan tümüyle vazgeçme sonucunu doğuran sözleşmeler, Medeni Yasa'nın 23-24 ve Borçlar Yasası'nın (818/BK.19/2) ve 6098/TBK.27) maddelerine göre hükümsüzdür. Ölen desteği bağlamayacak olan bu tür sözleşmeler, destekten yoksun kalanları da bağlamaz.
bb)Aynı konuda başka yasalarda da hükümler olup, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 111.maddesine, 4925 sayılı Karayolu Taşıma Kanunu’nun 20.maddesine ve 6762 sayılı 766.maddesine göre “Hukuki sorumluluğunun kaldırılması, daraltılması ve hafifletilmesi sonucu doğuran sözleşmeler geçerli değildir.”
Bu tür sözleşmeler, bedensel zarara uğrama durumunda desteği bağlamayacağı gibi, ölümü halinde destekten yoksun kalanları da bağlamaz.
cc)Tıp alanında da ameliyat öncesi, hasta ve yakınları aydınlatıldıktan, ameliyatın ve tedavinin olası sonuçları konusunda uyarılarda bulunulduktan sonra, hastaya, (hasta yaşlı veya çocuk ise ölümü halinde destekten yoksun kalabilecek) yakınlarına imzalatılan "aydınlatılmış onama" belgeleri, hekimin ve onu çalıştıran hastanenin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Yargıtay'ın yerleşik kararlarına göre, hastasına karşı yüksek özen göstermekle yükümlü olan hekim, en hafif ihmal ve kusurundan dolayı tam kusurlu kabul edildiğinden, ameliyat sırasında veya tedavi sonrasında hasta ölmüş olup da hekim kusurlu ve onu çalıştıran hastane sorumlu bulunmuşsa, hastanın veya yakınlarının imzalı onama belgeleri onları sorumluluktan kurtarmaz; destekten yoksun kalan yakınlara tazminat ödemekle yükümlü olurlar.
h) Bağımsızlığın bir sonucu olarak, önce yaralanıp, daha sonra ölen desteğin, bedensel zararı nedeniyle aldığı tazminatın, destekten yoksun kalma tazminatından indirilmesi istenemez.
aa)Yukardaki açıklamalarımıza ek olarak bir kez daha belirtelim ki, önce yaralanıp bir süre yaşayan desteğin, beden gücü kaybı nedeniyle, sorumlularla yaptığı “feragat, ibra, sulh” sözleşmeleri, aynı olayın etkisiyle ölmesinden sonra, destekten yoksun kalan haksahiplerini bağlamaz ve (kural olarak) onların haklarını etkilemez.
bb)Önce yaralanıp daha sonra ölen destek, bedensel zararı nedeniyle sorumlulardan bir miktar tazminat almışsa ya da dava açıp mahkeme kararı uyarınca tazminatı tahsil ettikten sonra ölmüşse, desteğin beden gücü kaybı nedeniyle aldığı tazminat, destekten yoksun kalan haksahiplerinin tazminatından indirilecek midir?
Bu konuda Yargıtay kararlarına egemen olan görüş, destekten yoksun kalanların tazminatından indirim yapılmayacağı yönündedir. Kararlarda:
“Destekten yoksun kalma tazminatı, mirasçılık sıfatından ayrı ve bağımsız bir hak olduğundan, desteğin sağlığında beden gücü kaybına karşılık olarak işverenden almış olduğu tazminat, destekten yoksun kalma tazminatından indirilmez” denilmiştir.
cc)Ancak, destekten yoksun kalanlar aynı zamanda "mirasçı" iseler, bazı özel durumları dikkate almak hakkaniyete uygun düşecektir. Bunu aşağıda açıklayacağız ve türlü olasılıklar üzerinde duracağız.
i) Önce yaralanma sonra ölüm olayının "mirasçılar" yönünden değerlendirilmesi
Destekten yoksun kalanlar aynı zamanda "mirasçı" iseler, onların durumları, mirasçı olmayan destek tazminatı alacaklılarından farklı olacak; ölenin ardılı olarak bazı hakları kullanabilecekler, buna karşılık hakkaniyet gereği değişik bir uygulama gerekebilecektir.
Mirasçıların bu hak ve yükümlülükleri, aşağıda türlü olasılıklara göre ele alınıp bazı açıklamalar yapılacaktır.
aa) Destek, bedensel zararı nedeniyle açtığı dava sonuçlanmadan ölmüşse
İş kazası veya meslek hastalığı sonucu beden gücü kaybına uğrayan destek, sorumlular hakkında tazminat davası açmış olup da, dava henüz sonuçlanmadan ölmüşse:
aaa)Mirasçılar, miras bırakanın açtığı tazminat davasını sürdürebilirler.
bbb)Ancak, desteğin güç kaybı tazminatı ölüm gününe kadar hesaplanır.
ccc) Ölüm gününe kadar hesaplanan güç kaybı tazminatının, mahkemece hüküm altına alınıp sorumlulardan tahsil edilmesinden sonra, mirasçıların malvarlığına geçen bu para, destekten yoksun kalma tazminatından indirilmez. Çünkü, beden gücü kaybı nedeniyle (ölen desteğin) tazminat hakkı (818/BK.46 ve 6098/TBK.m.54) ile ölümüyle onun desteğinden yoksun kalanların tazminat hakları (818/BK.45 ve 6098/TBK.m.53) ayrı hukuksal nedenlere dayanmaktadır. Her hak ötekinden ayrı ve ötekinden bağımsızdır.
bb)Destek, dava bittikten sonra, ancak parayı alamadan ölmüşse
Destek, beden gücü kaybı nedeniyle açtığı dava hükme bağlandıktan sonra, ancak parayı tahsil etmeden önce ölmüşse; elde bir "kesin hüküm" bulunmasına göre, mirasçılar ilâmı icraya koyup parayı tahsil edebilecekler; bu para; Yargıtay kararlarına göre, "mirasçı" konumundaki kişilerin destekten yoksun kalma tazminatından indirilmeyecektir.
Böyle bir durumda, güç kaybı tazminatının tamamının veya bir bölümünün aynı zamanda mirasçı olan davacıların destekten yoksun kalma tazminatından indirilmesinin hakkaniyete uygun düşeceği kanısındayız. Özellikle her iki tazminat toplamı çok yüksekse ve sorumluların ödeme gücünü aşıyorsa, aynı olaydan kaynaklanan iki zarar türü bir bütün kabul edilip uygun bir indirim yapılmalıdır.
cc)Destek, parayı tahsil ettikten uzun bir süre sonra ölmüşse
Destek sağlığında, beden gücü kaybı nedeniyle bir dava açmış, bu dava sonuçlanıp tazminat tahsil edildikten uzunca bir süre sonra ölmüşse, desteğin malvarlığına geçen bu paranın, aynı zamanda mirasçı konumundaki destekten yoksun kalanların tazminatından indirilmesi söz konusu olamayacağı kanısındayız. Çünkü, aradan geçen uzun zaman içerisinde destek bu parayı harcamış veya ayırt edilemez biçimde malvarlığına katmış olabilir. Ayrıca bedensel zarara neden olan aynı olayın etkisiyle gerçekleşmiş olsa da, yıllar sonra gelen ölüm, artık öncekinden bağımsız bir zarar türü kabul edilmelidir.
Bu tür olaylara genellikle meslek hastalıklarında rastlanmaktadır. İşyerlerinde meslek hastalığına yakalanan kişiler, bu nedenle açtıkları dava sonuçlandıktan ve tazminatlarını aldıktan sonra uzun yıllar yaşamakta, paralarını harcamaktadırlar. Eğer iyileşmeyen veya sonradan artan hastalıklarının etkisiyle ölürlerse, yakınlarının, ölenden bağımsız olarak destekten yoksun kalma tazminatı isteme hakları doğmaktadır. Artık burada desteğin yıllar önce aldığı tazminat ile yakınların destekten yoksun kalma tazminatı, ayrı hukuksal nedenleri, ayrı yasal dayanakları olan iki ayrı zarar türüdür.
Nasıl ki, bedensel zararlarda tazminat alındıktan sonra, eğer gelişen ve değişen bir durum (beden gücü kaybında artış) olmuşsa, artış oranı üzerinden hem maddi ve hem manevi tazminat istenebiliyorsa, desteğin aynı olayın etkisiyle yıllar sonra ölümü halinde de, yakınların tazminat isteme hakkı aynı biçimde değerlendirilmelidir.
çç)Destek, bedensel zarara uğradıktan çok kısa bir süre sonra ölmüşse
Desteğin, bedensel zararına ilişkin tazminatını henüz alamadan kısa bir süre sonra ölümü halinde, destekten yoksun kalan kişiler, aynı zamanda "mirasçı" iseler, sorumlulara karşı açacakları davada destekten yoksun kalma tazminatı isteklerinin yanı sıra, ayrıca "olay günü ile ölüm günü" arasındaki sürede desteğin "beden gücü kaybı ile tedavi giderlerini" isteyebilirler. Böyle bir durumda, yani olay ve ölüm günü arasındaki zararın yasal dayanağı, artık BK.46 (TBK.54) maddesi değil, BK.45/1 (TBK.53/2) maddesi olacaktır. Çünkü anılan maddeye göre "Ölüm hemen gerçekleşmemişse, tedavi giderleri ile çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan zararlar" söz konusu olur ve mirasçıların bunu isteme hakları vardır. Eğer destekten yoksun kalanlar mirasçı değillerse, onlar bu tür zararları isteyemeyip, yalnızca destekten yoksun kalma tazminatı isteyebilirler.
dd)Desteğin bedensel zararı ile yakınların destekten yoksunluk zararı arasındaki farklar
Yeri gelmişken, 6098 sayılı TBK'nun 53.maddesi 2'ci ve 3'üncü fıkraları arasındaki (818 sayılı BK.'nun 45.maddesi 1’inci ve 2’nci fıkraları arasındaki) fark üzerinde duralım:
TBK'nun .53.maddesi 2.fıkrasındaki (BK'nun 45.maddesi 1.fıkrasındaki) zararlar, ölen desteğin olay tarihi ile ölüm tarihi arasında “sağ” kaldığı süredeki “kendi zararı"olup, bu hak ölümle mirasçılara geçtiğinden, yalnızca onlar, sorumlulardan bu zararları isteyebilirler. Mirasçı olmayan destekten yoksun kalanların böyle bir hakları yoktur.
Buna karşılık, TBK.53.maddesi 3.fıkrasında (BK.45.maddesi 2.fıkrasında) sözü edilen zararlar ise, “ölenin zararı” değil, doğrudan doğruya “destekten yoksun kalanların zararı”dır. Bu yüzden destekten yoksunluk zararının “yansıma zarar” olarak nitelenmesini yanlış buluyoruz. Çünkü, ölüler zarar görmez; zarar “sağlara” özgüdür.
VI-DESTEK TAZMİNATI KONUSUNDA
ÇEŞİTLİ GÖRÜŞLER VE BUNLARIN ELEŞTİRİSİ
Bu konuda yazılıp söylenenlerin büyük bir bölümünün uygulamada ve yargıda yeri ve etkinliği bulunmamaktadır. Zaten çoğu uzun yıllar öncesine ait olup yabancı hukukçuların veya onlardan etkilenen bizim hukukçularımızın, uygulamadan kopuk, yaşam gerçekleriyle bağdaşmayan, hiçbir araştırmaya dayanmayan, birbirinden alıntılarla yinelenip duran, biraz da insafın ölçüsü kaçırılmış görüşleridir.
Bugün bunların yargıda ve Yargıtay kararlarında pek sözü edilmemekte ve etkinliği kalmamış bulunmakta ise de, konunun ayrıntılarına yabancı ve henüz tazminat hukukunun inceliklerine erişememiş (yargıç, avukat) kimi uygulayıcıların zaman zaman, bilimsel görüşler oldukları düşüncesiyle, etkisinde kalarak yanılgıya düştükleri; yanlış kararlar verildiği, her nasılsa Yargıtay incelemesi sırasında gözden kaçırılmışsa, haksız sonuçlar doğduğu ve kişilerin dava kaybederek haksızlığa uğratıldıkları seyrek de olsa arada bir görülmektedir.
Aşağıda bunları birer birer ele alıp eleştireceğiz.
1- “Bakım gücü - Bakım ihtiyacı” kavramları görece, belirsiz, yanıltıcıdır; yaşam gerçeklerine ve Yargıtay'ın yerleşik kararlarına aykırıdır.
Destek tazminatı konusunda yanlış ve yanıltıcı görüşlerin en başında “bakım gücü - bakım ihtiyacı” kavramlarıyla yapılan açıklamalar gelmektedir. Oysa bunlar görece, belirsiz, öznel (subjektif), kesin olmayan, tartışmaya açık kavramlardır. Bakım gücünün parasal desteklikle sınırlandırılması doğru olmadığı gibi, bakım ihtiyacının ölçüsü de kişilerin sosyal ve ekonomik düzeyine, zemine ve zamana göre değiştiğinden, bugün varlıklı olanların ve desteğe ihtiyacı bulunmayanların ilerde ne duruma düşeceklerinin önceden kestirilmesi mümkün olamamaktadır.
Bugün artık uygulamada pek sözü edilmeyen ve destekten yoksun kalma nedeniyle açılan davalarda tazminatın ölçüsü olarak benimsenmediği açıkça belli olan bu kavramlarla yapılan değerlendirmelerin neden yanlış olduğunu, aşağıda Yargıtay kararlarından örneklerle açıklayacağız.
a) Bu kavramlara sıkı sıkıya bağlı kişiler, destekten yoksun kalma zararını “malvarlığı zararı” olarak anladıkları ve algıladıkları için, “bakım gücü” kavramını “parasal güç”le, varlıklı oluşla, zenginlikle sınırlandırmışlar; kişilerin birbirlerine "yardım ve hizmet ederek" dayanışmasını, toplum yapısını, aile içi ilişkileri, kişilerin "bedensel ve düşünsel varlıklarıyla" yarattıkları ekonomik ve toplumsal değerleri görmezden gelmişlerdir. Ya da yeterince araştırma yapmadan kuram ürettikleri; belki de anamalcı (kapitalist) düzen içinde başka türlü düşünemedikleri için yaşam gerçeklerinin ayırdına varamamışlardır.
b) Önce bakım gücünün parasal desteklikle sınırlandırılması yanlıştır. Yargıtay’ın çoğu kararlarında ve ağırlıklı olarak destekliğin, parasal olmaktan daha çok “yardım ve hizmet” ederek gerçekleşeceği görüşü ağırlık kazanmıştır. Kişiler (akıl hastası ve ileri derecede sakat olmadıkça) beden güçleriyle her zaman, her yaşta, her durumda birbirlerine destek, birbirlerine yardımcıdırlar. Yargıtay kararlarında, yaş ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın hiçbir işi ve kazancı olmayan, emekliye ayrılmış ve köşesine çekilmiş yaşlı kişilerin ev içinde ve günlük yaşamlarında (özellikle yaşlı eşlerin) birbirlerine “yardım ve hizmet” ederek destek olacakları kabul edilerek “bakım gücü” kavramının bir anlamı olmadığı ortaya konulmuştur.
c) Bakım ihtiyacı kavramı ise, tazminat hesaplarının geleceğe yönelik bir değerlendirme olması nedeniyle daha da yanıltıcıdır. Üstelik Yargıtay’ın, gene yerleşik hale gelmiş ve uzun yıllardan beri süre gelen kararlarında “kişilerin varlıklı olmaları, destekten yoksun kalma tazminatı istemelerine engel değildir; bugün varlıklı olan kişilerin ilerde yoksulluğa düşmeyeceklerini bugünden söylemek olanaksızdır. Öte yandan varlıklı olsalar bile, ölen kişinin yardım ve hizmet yoluyla sağlayacağı desteklikten yoksun kalmışlardır. Bu nedenle her durumda tazminat isteme hakları vardır” denilmektedir.
Ancak ne varki, "bakım gücü-bakım ihtiyacı" anlayışını değişmez din kuralları gibi benimsemiş uygulamadan habersiz bazı kişiler, Yargıtay'ın yaşam gerçeklerini gözönünde tutarak en az kırk yıldan beri düzenli ve tutarlı bir biçimde sürdürdüğü (yukarda açıklanan) kararlarına karşın, ısrarla ve inatla "ölen kişi paralı ve varlıklı değilse ya da çalışıp kazanç elde etmiyorsa, kısaca parasal yönden “bakım gücü” yoksa destek olamayacağını; öte yandan, desteklerini yitirenler varlıklı, paralı kişiler iseler “bakım gereksinimleri” bulunmadığından tazminat isteyemeyeceklerini; her iki durumda da, haksız eylem ve hukuka aykırı davranış sonucu ölüme neden olanların (zarar sorumlularının), belirtilen durumlarda maddi tazminat ödemelerinin sözkonusu olamayacağını" yineleyip durmaktadırlar.
ç) “Bakım gücü-bakım ihtiyacı” kavramlarından yola çıkılarak, ölenin bakım gücü yoksa veya yakınların bakım ihtiyacı bulunmuyorsa “destek tazminatı” istenemeyeceği görüşü yaşam gerçeklerine de aykırıdır. Çünkü, yoksun kalınan yalnızca ölenin “bedensel ve düşünsel” varlığıyla sağladığı desteklik olup, kişiler hangi yaşta olurlarsa olsunlar, bir kazançları ve malvarlıkları bulunmasa da, beden güçleriyle, her zaman ve her durumda birbirlerine yardım ve hizmet ederek destek oldukları bir “yaşam gerçeği”dir. Hukuk, toplumbilim kurallarına ve özellikle uygulandığı ülke halkının gelenek, görenek ve inançları ile aile yapısına göre biçimlenmek zorundadır. Aksi takdirde, toplumdan ayrı düşer, işe yaramayan soyut bir kavram olur.
d) “Bakım gücü-bakım ihtiyacı” kavramlarıyla yapılan değerlendirmeler şu bakımlardan da yanlıştır:
Ölen yönünden, bakım gücünün yalnızca parasal değil, yardım ve hizmet ederek de desteklik olduğu, birarada yaşayan kişilerin, özellikle aynı çatı altındaki aile bireylerinin birbirlerine yardım ve hizmet ederek destek sağladıkları bir yaşam gerçeği olduğuna göre, (akıl hastalığı ve yüzde yüz sakatlık gibi ayrık durumlar dışında) her bireyin yaşadığı sürece yakınlarına “bakma gücü” vardır. Yargıtay kararlarında açıklandığı gibi “Desteğin yardımının yalnızca parasal nitelikte bulunması zorunlu değildir. Eylemli ve düzenli olarak yapılan hizmet edimleri de bir kimsenin destek sayılması için yeterlidir”
Destekten yoksun kalanlar yönünden, ölüm anında “bakım ihtiyaçları” bulunmasa ve varlıklı kimseler olsalar bile, ilerde yoksulluğa düşmeyeceklerini söylemek olanaksızdır. Yaşam belirsizliklerle doludur. Ayrıca, sıkça yinelediğimiz gibi, yoksun kalınan “ölenin bedensel ve düşünsel varlığıyla sağladığı” her türlü destekliktir. Bunu yukarda açıkladık ve Yargıtay kararlarından örnekler verdik.
e) En büyük yanılgılardan biri de, destekten yoksun kalma zararının “malvarlığı zararı” olarak, genel zarar kavramı içinde görülmesi; tazminat hukukunun değerlendirme ölçüleri içinde yer alan “mal” zararı kavramı ile kişilerin (mal-mülk) taşınır taşınmaz varlıklarının birbirine karıştırılması; kişilerin varlıklı-yoksul diye bir ayrıma tutulup, varlıklı iseler tazminat isteyemeyecekleri ya da ölen destekten yüklü bir miras kalmışsa bunun “bakım ihtiyaçlarını” giderdiği ölçüde tazminattan indirileceği (zarar ile yararın denkleştirileceği) ya da davanın büsbütün reddedilmesi gerekeceği, yani zarar sorumlularının tazminat ödemekten kurtulacakları veya daha az tazminat ödeyecekleri gibi adaletsiz bir sonuca varılmasıdır.
Oysa, Yargıtay uzun yıllardan beri miras veya miras gelirlerini tazminat hesaplarıyla ilişkilendirmemekte; indirim veya ret konusu yapmamaktadır. Destek tazminatı tutarları belirlenirken de, mirasçılara kalan malvarlığı, para, sigorta gelirleri hiç hesaba katılmamakta; ölenin beden ve beyin gücüyle çalışarak yarattığı “işgücü-emek” değerine göre tazminat hesaplanmakta; buna ilişkin kararlarda: “Ölenden bir şirket, işletme, işyeri, çiftlik, kira getiren mülk vs. kalmışsa, bunların gelirleri zaten davacılara kalacağından, bu gelirlerin tazminatla ilişkilendirilmemesi; bütün bu malvarlıklarını yöneten muristen yoksun kalındığından, onun yerine aynı işleri yapacak başka birine ödenmesi gereken ücret üzerinden tazminat hesaplanması; değişik bir anlatımla, desteğin “bedeni ve fikri” faaliyetiyle sağladığı “kişisel katkısından” yoksun kalınması ve destek yerine başka bir kişinin işleri üstlenmesi durumları değerlendirilerek bir “kazanç” unsuru saptanması ve buna göre tazminat hesabı yapılması” uygun görülmektedir
2- Destekten yoksunluğun bir “yansıma zarar” olarak nitelenmesi yanlıştır.
a) Öğretideki kimi görüşler, destekten yoksun kalma tazminatının bir “yansıma zarar” olduğu; ölen kişinin desteğinden yoksun kalanların üçüncü kişi konumunda oldukları, bu kişilerin doğrudan değil dolaylı zarar gördükleri, dolaylı zararın bir alt kavramının "yansıma zarar" olduğu, her ne kadar yansıma yoluyla zarar görenlerin tazminat isteme hakları bulunmamakta ise de, ölenin desteğinden yoksun kalan yakınlara yasal düzenlemeyle bu hakkın tanındığı; yakınların tazminat isteme hakkının yansıma zararın ayrık bir durumu olduğu ileri sürülmektedir.
b) Bize göre “yansıma zarar” görüşü yanlıştır. Çünkü ölen kişi, ölüm yüzünden zarara uğramadığına göre, bunun yansıması da olmaz. Hem ölen kişinin zarara uğradığından sözetmek doğa yasalarına aykırıdır;onun malvarlığı üzerindeki tasarrufu ölümle sona ermiştir.
Zarar kavramı ve zarara uğrama olgusu, yaşamda var olan ve yaşayan kişiler (sağlar) için söz konusudur. Ölen için yaşam sona ermiş, kâr-zarar hesabı bitmiştir. Halk deyişiyle, dünya malı dünyada kalmıştır.
c) Öte yandan,"destekten yoksun kalma tazminatının doğrudan doğruya hayatta kalanların kişiliklerinde doğan bağımsız bir hak (doğrudan zarar) olduğu, bu hakkın onlara ölenden geçmediği" tanımı ile "yansıma zarar" görüşü çelişmektedir.
Zararı, hem destekten yoksun kalan kişilerin “malvarlığının eksilmesi” olarak tanımlayacaksınız, hem de ölenin zararından söz edeceksiniz. Oysa, öldürülen kişi bir zarara uğramamış, malvarlığı eksilmemiş, yalnızca bu dünyadaki varlığı sona ermiştir. Ölenin malvarlığı, mirası (ki varsa) yerinde durmaktadır, eksilmemiştir. Eğer eksilecek veya ortadan kalkacaksa, bunu mirasçılar veya üçüncü kişiler gerçekleştireceklerdir.
ç) Mantıksal ve ekonomik açıdan bakıldığında “yararlanma” olgusunda, hem nesneler hem kişiler vardır. Bir kimse “yararlandığı” bir nesneyi, bir eşyasını, bir malvarlığını yitirmişse bu bir “doğrudan zarar”dır. Aynı kişi ekonomik yönden “yararlandığı”, kendisine ekonomik yönden destek olan, yardımını gördüğü kişiyi yitirmişse, tıpkı yitirdiği nesne (eşya, para, mal gibi) “doğrudan zarar” görür. Buna yansıma zarar demek yanlıştır. Hem, zarar kavramı, “malvarlığında azalma, ekonomik yönden aktifin azalıp pasifin artması” biçiminde tanımlanmıyor mu ? O halde ölenin ekonomik katkısından yoksun kalınması neden yansıma zarar olsun? Parasal destekliğin dışında, yardım ve hizmet ederek desteklikte bile bir “doğrudan yoksun kalınma” olgusu vardır.
Özetle, yararlanılan bir nesnenin yitirilmesi ile yararlanılan bir kişinin yitirilmesi arasında ekonomik ve mantıksal açıdan hiçbir fark yoktur. İkisi de “doğrudan zarar”dır.
d) Yargıtay, ağır bedensel zarara uğrayan kişinin yakınlarının manevi tazminat isteme haklarını bile “yansıma zarar” değil, “doğrudan zarar” olarak nitelemekte; onların olaydan doğrudan etkilendiklerini kabul etmektedir. Bu nitelemeye bakarak ve destekten yoksun kalma tazminatı isteme hakkının, mirasçılık sıfatından bağımsız, ölümle intikal etmeyen, destekten yoksun kalanların kişiliklerinde oluşan bağımsız bir hak” olduğu tanımını da anımsayarak, bunun “yansıma zarar” olarak görülmesinin asla doğru olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
e) Eğer bir yansıma zarardan sözedilecekse (ki bu kavramın doğrusu "dolaylı zarar" olmak gerekir) bu konuda şu örnekleri verebiliriz: Bir şirketi çekip çeviren başarılı yöneticinin ölümüyle şirketin işleri bozulmuş ve kâr kaybı olmuşsa, bundan dolayı şirket sahipleri zarara uğradıklarını ileri sürerek yöneticinin ölümünden sorumlu olanlardan tazminat isteyemezler. Bunun gibi, işverenin ölümüyle işyeri kapanmışsa işsiz kalan işçiler, tiyatro sanatçısının ölümüyle kapalı gişe oyunun sona ermesi yüzünden kazanç kaybına uğrayan tiyatro sahibi, sinema oyuncusunun ölümüyle filmi yarıda kalan yapımcı, müzik sanatçısının ölümüyle işleri bozulan gazino sahibi, yıldız futbolcunun ölümüyle ödediği yüksek transfer ücreti boşa giden ve takımının başarısı azalan spor kulüp yöneticileri, haksız ve hukuka aykırı olarak ölüme neden olanlardan tazminat isteyemezler. Çünkü bütün bunlar dolaylı (yansıma) zarardır ve Borçlar Yasası'ndaki düzenlemede bunların yeri yoktur.
f) Yukardaki örneklerde "dolaylı zarar" gören ve tazminat isteyemeyecek olan kişiler gibi, ölenin desteğinden yoksun kalan ( eşi,çocukları, annesi, babası vb.) yakınlar da "üçüncü kişi" olarak nitelenmekte ise de, onlar sosyal güvenlik yasalarındaki tanımıyla "haksahibi" ve "doğrudan" zarar görenlerdir. Onların bu "doğrudan" zararlarını "yansıma zarar" kuramına bağlayanlar, yargıda yüzlerce kişinin zarara uğramasına neden olmuşlardır. Önemi nedeniyle olayı anlatalım:
2918 sayılı KTK'nun 92.maddesi (b) bendine göre, işleten ve sürücünün "üçüncü kişi" konumundaki (eşi, çocukları, annesi, babası gibi) yakınları, "can" zararları sözkonusu olduğunda (işleten ve sürücü yüzde yüz kusurlu olsalar bile) trafik sigortasından tazminat isteme hakkına sahiptirler. Yasanın bu açık hükmüne karşın, sigorta şirketlerinin isteğiyle iki öğretim üyesi tarafından verilen "hukuki mütalaa"da, destekten yoksunluğun bir "yansıma" zarar olduğu açıklandıktan sonra, işleten ve sürücünün kusurları, destekten yoksun kalan hak sahiplerine yansıtılarak bir "yansıma kusur-yansıma suç" kavramı yaratılmış; sonra da "kimse kendi kusurundan yararlanamaz" ilkesine dayanılarak, işleten ve sürücü yakınlarının sigorta tazminatından yararlanamayacakları sonucuna ulaşılmıştır.
Yerel mahkemeler bu "hukuki mütalaa"yı dikkate almayıp 2918 sayılı KTK'nun emredici nitelikteki 92/b maddesi uyarınca tazminata hükmetmişler ise de, davalı sigorta şirketlerinin temyizi üzerine Yargıtay Özel Dairesi, yirmi yıllık yerleşik içtihada aykırı olarak art arda bozma kararları vermeye başlamış; böylece 2008-2012 yılları arasında yüzlerce kişi haksızlığa uğramış, uğratılmıştır.
Neyse ki, bir kaç duyarlı yargıcın direnmesi sonucu, Hukuk Genel Kurulu'nca verilen uzun gerekçeli onama kararlarıyla yanlıştan dönülmüş; haksızlıklar son bulmuştur.
g) Destekten yoksun kalma tazminatının "yansıma zarar" olarak nitelenmesinin vardığı sonuç "yansıma kusur" olunca, bir yanlışa daha düşülmektedir ki o da şudur:
Ölen destek belli bir oranda kusurlu ise tazminatın kusura göre indirilmesi veya tam kusurlu ise davanın reddedilmesi, ölen kusurlu olduğu için değil, davalı kusursuz veya az kusurlu olduğu içindir. Karşı taraf, elbette, kusuru kadar tazminat ödeyecektir. Burada söz konusu olan indirim değil, karşı tarafın kusur oranına göre tazminat yükümlülüğüdür.
3- Malvarlığı zararı olarak nitelemenin yanlışlığı ve sakıncaları
a) “Destekten yoksun kalma zararının, bir “malvarlığı” zararı olduğu ve bu yönüyle genel zarar kavramından ayrılmadığı; tazminat ödenmekle, destekten yoksun kalanın “malvarlığı”ndaki ölüm öncesi ile sonrası arasındaki farkın giderilmesinin amaçlandığı” biçimindeki açıklama ve tanımlarda genelde bir yanlışlık bulunmadığı söylenebilir.
Ancak, burada destekten yoksun kalma tazminatı bir “malvarlığı zararı” olarak nitelenirken, kişilerin (taşınır taşınmaz mallarından ve parasal birikimlerinden oluşan) malvarlığının kastedilmediği; bununla, bu tazminat türünün önceden tutarı belirlenmiş bir “can” zararı olmayıp, sorumluluk hukukunun “zarar” kavramına bağlı bir “mal” zararı olduğunun anlatılmak istendiği kanısındayız. Sorumluluk ve Sigorta Hukukunda “mal zararı - can zararı” ayrımında, “can zararı” destekten yoksunluk söz konusu olmaksızın ve hiçbir hesaplama yapılmaksızın tutarı önceden belirlenmiş kesin bir rakam üzerinden ödenmekte iken, haksız eylemden ve hukuka aykırı sorumluluktan doğan “zarar”larda bir tazminat hesabı yapılması gerekmekte; bu hesaplamada (desteklik yardım ve hizmet biçiminde de olsa) parasal bir değerlendirme zorunlu bulunduğu için, buna “mal zararı” denilmektedir.
Sorumluluk ve sigorta hukukuna özgü “mal zararı” kavramı ile kişilerin (taşınır taşınmaz) malvarlığının birbiriyle karıştırılmaması gerekirken, destekten yoksunluğun bir “malvarlığı” zararı olduğu biçimindeki tanımlama, kişilerin malvarlığı zararına dönüştürülüp, buna bakım gücü-bakım ihtiyacı biçimindeki belirsiz ve görece kavramlar da eklenerek, haksız eylemden zarar görenlerin tazminat alamamaları ve haksız eylem sorumlularının tazminat ödemekten kurtulmaları sonucunu doğuran bir anlayış ortaya çıkmıştır.
Bu yanlış yorum ve anlayışın yarattığı haksızlıklara örnekler pek çoktur. Örneğin,
“Destekten yoksun kalanlar aynı zamanda mirasçı iseler, desteğin vakitsiz ölümüyle erken mirasa kavuşacaklarından ve malvarlıklarında artma olacağından, herhangi bir zarardan söz edilemeyeceği, bu nedenle tazminat davasının reddi gerekeceği” ileri sürülmüş;
Hattâ insafın ölçüsü iyice kaçırılarak, “eğer destekten yoksun kalanlara üçüncü kişilerden bir miras kalmışsa ve bu miras bakım ihtiyaçlarını karşılamakta ise ya da yaşam düzeylerini yükseltmişse, bunun zarardan indirim nedeni olacağı veya duruma göre tazminat isteminin büsbütün reddi gerekebileceği” söylenebilmiştir.
Bu görüşleri savunanların ortak düşünceleri, “Borçlar Kanunu 45/2 maddesinin her zaman ve her durumda uygulanamayacağı, her haksız ölümün destek tazminatı isteme hakkı vermeyeceği, bunun için destekten yoksun kaldıklarını ileri sürenlerin, ölüm olayından sonra, yaşam düzeylerinde bir değişiklik olmamışsa, herhangi bir zarardan söz edilemeyeceğinden tazminat isteklerinin reddedilmesi gerekeceği” biçimindedir.
Haksız, adaletsiz, bütünüyle akla-mantığa, tarihsel gelişime ve yaşam gerçeklerine aykırı bulduğumuz bu görüşleri, yukarda bir başka biçimde “bakım gücü-bakım ihtiyacı” kavramlarını ele alarak eleştirmiştik. Şimdilik ve kısaca şu kadarını söyleyelim ki, öldürülen kişinin veya yakınlarının malvarlıkları ile haksız eylemin yolaçtığı zarar arasında bir bağ kurmak son derece yanlış olup, haksız ölüm olayı olmadan da edinilebilecek kazanımlardan haksız eylem sorumlularının yararlandırılmaları biçiminde bir anlayışın hukukta yeri olmamalıdır.
Türk Hukukunda savunulan doğru görüşlere ve Yargıtay’ın geçmişin yanılışlarından arınmış kararlarına göre: “Mirasçılık yasadan doğan bir hak olduğundan, haksız eylemi işleyen veya ölüme neden olanlar bundan yararlanamaz ve mirasçıların elde ettikleri yararlar tazminattan indirilemez. Çünkü, tedbirli olup, ailesinin geleceğini düşünen murisin biriktirdiği servetten haksız eylem sorumlularının yararlanması hak ve insaf duygusuyla bağdaşmaz.”
Sosyal Güvenlik Kurumlarının ölüm dalından bağladığı gelirler ile destekten yoksun kalma tazminatı arasında bir ilişki kurulamayacağına ve bu gelirlerin tazminattan indiriminin söz konusu olamayacağına ilişkin Yargıtay 06.03.1978 gün 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da aynı düşünce yer almış ve şöyle denilmiştir:
“Haksız eylem sonucu ölen kişi, yaşamı süresince çalışmış ve maaşından düzenli olarak belirli bir miktar para kesilerek sandığa yatırılmıştır. Zarar verenin bu paradan yararlanması söz konusu olamaz. O halde zarar veren, verdiği zararın tamamını açılan davada ödemelidir.”
b) Konuyu bir başka açıdan ele alırsak, bir “sorumluluk” ve “mal” zararı olarak nitelenebilen destekten yoksun kalma tazminatını, kişilerin “malvarlıkları” anlamına dönüştürüp, malvarlıklarında bir eksilme olmuşsa tazminat isteyebilecekleri, eksilme olmamışsa ve üstelik miras ve benzeri yollarla malvarlıkları artmışsa (zenginleşmişlerse) tazminat isteyemeyecekleri anlayışını, malvarlığı olmayanlara, yoksullara uygularsak şöyle tablolar ortaya çıkar:
Örneğin, iş kazasında ölen ve emeğinden başka bir malvarlığı bulunmayan işçinin eşi ve çocuklarının neyi eksilmiş olacaktır? Malvarlıkları bulunmadığına göre, eksilen, daha doğrusu yoksun kalınan ölen işçinin emeği, alınteri, beden gücüdür. Emek, bir malvarlığı değil, bir “ekonomik değer”dir. İşçi, emeği karşılığı aldığı ücretle kendisini ve ailesini geçindirdiği için, ölümüyle (kendisi değil) eşi ve çocukları bu “ekonomik değer”den yoksun kalmışlardır. Bunu “emek kuramı” diye de adlandırabilirsiniz.
Bir başka örnek, ev kadınlarının kendi ev hizmetlerini yaparak sağladığı destekliktir. Ev kadınının ölümüyle onun ev hizmetleriyle yarattığı “ekonomik değer”den ya da beden gücüyle ürettiği “emek”ten yoksun kalınmış olur. Burada da bir “malvarlığı” zararından söz etmek olanaksızdır. Her ne kadar, kadının beden gücü ve emeğinin parasal değerlendirmesi yapılarak tazminat hesaplanmakta ise de, gene de destekten yoksun kalma tazminatını mal zararı olarak nitelemek yanlış olur.
Küçük yaşta ölen çocukların ana ve babalarına destekliğinde de malvarlıklarında bir eksilmeden ya da çoğalmadan söz edilemez. Geleceğe yönelik varsayımsal hesaplamada çocuğun, eğer yaşasaydı, çalışarak “beden gücüyle” yaratacağı ekonomik değer, ana ve babanın destekten yoksun kalma tazminatının ölçüsü olmaktadır. Burada dahi, tazminat olarak hesaplanan mal zararı değil, yoksun kalınan beden gücünün yarattığı değerdir.
Sonuç olarak, destekten yoksun kalma tazminatının hukuksal nitelemesi yapılırken, genel zarar kavramına bağlı kalınmamalı; malvarlığının azalması-çoğalması biçimindeki tanımlamalardan vazgeçilmeli; özellikle:
1) Desteklik ve destekten yoksunluk ile kişilerin malvarlıkları arasında bir bağ kurulmamalı;
2) Yalnızca, ölenin beden ve beyin gücüyle sağladığı yarar üzerinden destek tazminatı hesaplanmalı;
3) Yoksun kalınmayan yararlar hiç hesaba katılmamalı; yoksun kalınan ne ise onun hesabı yapılmalıdır.
4- Malvarlığı nitelemesine bağlı “fark kuramı” da yanıltıcıdır.
Destekten yoksun kalmayı bir “malvarlığı zararı” olarak niteleyenler, bu zararı, “yoksun kalan kişilerin malvarlıklarında, ölüm öncesi ile sonrası arasında oluşan fark” olarak tanımlamakta ve böylece bir “fark kuramı” ortaya atmaktadırlar. Bedensel zararlarda kalıcı sakatlıklar için benimsediğimiz bu kuramın, destek tazminatı için uygun olmadığını düşünüyoruz. Her ne kadar destekten yoksun kalanların ölüm öncesi ile sonrası arasında yaşamları arasında bir fark meydana gelmekte ise de, biz bunu “fark” olarak değil, yaşamlarında “değişiklik” olarak görüyoruz.
Destekten yoksun kalma zararının, bir malvarlığı zararı olarak kabul edilmesi; yoksunluğun, desteğin ölümünden önceki ve sonraki malvarlığı arasındaki fark olarak (fark kuramı) değerlendirilmesi iki yönden yanlıştır.
Birincisi, ölüm ve yaralanmaların “can zararı” olarak değil de “mal zararı” olarak değerlendirilmesi, günümüzde yeniden tanımlanan “insan hakları” ve “yaşam hakkı” kavramlarına ters düşmektedir.
İkincisi, yukarda belirttiğimiz gibi, yoksun kalınan, ölenin bedensel varlığıdır; onun bedensel ve düşünsel etkinliğiyle sağladığı destekliktir. Bu desteklik, yukarda açıklandığı gibi (yinelersek), para vererek olabileceği gibi, yardım ve hizmet ederek, koruyup kollayarak, akıl vererek, yol göstererek, bilgi ve deneyimlerinden yararlandırarak da olabilir. Yoksun kalınan belli olduğuna ve uygulamada tazminat hesabı yalnızca ölenin emeği (bedensel etkinliği) üzerinden yapıldığına göre, burada fark kuramına yer yoktur.
5- Ölümün, yakınlara “yarar” sağlayacağı görüşü de son derece katı ve maddeci bir anlayıştır.
Haksız eylemin, zarar gören kişilere kimi zaman “yarar” sağlayacağı görüşü son derece maddeci, anamalcı, acımasız, hak ve hukuk kavramlarını dışlayan bir anlayıştır. Haksız ölüm (öldürme), ölen kişinin yakınlarına hiçbir zaman ve hiçbir biçimde “yarar” sağlamaz. Doğal ölümle elde edilebilecek (miras, miras gelirleri, dul ve yetim aylıkları, yaşam ve kaza sigortaları gibi) kazanımların, hukuka aykırı ölüm/öldürme ile ilişkilendirilmesi hem sakıncalı ve hem de hukuka aykırı bir düşüncedir. Çünkü, hukuka aykırı ölüm/öldürme ile doğal ölümün kazanımları arasında “nedensellik bağı” kurulamaz.
6- Ölenden kalan miras ve miras geliri nedeniyle tazminat istenemeyeceği görüşü de yanlıştır. Çünkü haksız eylemin yol açtığı yoksunlukla, yasal bir hak olan miras arasında “nedensellik bağı” kurulamaz.
a) Ölenin mirasçılarına (yasa gereği) kalan malvarlığının, destekten yoksunluklarını giderdiği ölçüde tazminattan indirileceği ya da davanın büsbütün reddedilmesi gerekeceği düşüncesi yanlıştır.
Destekten yoksun kalanlar, aynı zamanda mirasçı olup da ölümle malvarlıklarında bir artma olmuşsa ve böylece erken ölümle vaktinden önce mirasa kavuşmuşlarsa “bakım gereksinimleri” karşılandığı ölçüde tazminattan indirim yapılması gerekeceği; hattâ miras gelirleri yaşam düzeylerini yükseltiyorsa hiç tazminat isteyemeyeceği görüşleri asla doğru değildir. Bu tür görüşlerin benimsenmesi ve uygulanmasının, haksız eylemi işleyenleri tazminat ödemekten kurtaracağı veya daha az tazminat ödemiş olacakları gözardı edilmektedir.
b) Bunun gibi, ölümle mirasın erken elde edilmiş olacağı, böylece mirasçıların malvarlıklarında beklenmedik artışın dikkate alınması gerekeceği; giderek ölüm sonucu destek gören mali açıdan daha iyi bir duruma gelmişse tazminat isteyemeyeceği görüşleri de son derece yanlış, haksız ve insafsızdır.
Bu görüşleri ileri sürenler, zarar sorumlularını haksız biçimde ödüllendirmekte, tazminat ödemekten kurtarmaktadırlar. Öte yandan, miras ve miras gelirleri destek zararını karşılamış olsa dahi, destek eğer yaşasaydı, bilgi, beceri ve deneyimleriyle ilerde malvarlığını artırabileceği de hesaba katılmalıdır. Bu dahi tazminat isteğini haklı kılmaktadır.
Kaldı ki, uygulamada tazminat hesaplanırken, ne miras ve ne de miras gelirleri hesap unsurları arasında yer almamakta, yalnızca ölenin malvarlığını yönetirken harcadığı emek, başka bir anlatımla, ölenin bedensel ve düşünsel varlığıyla sağladığı etkinlik dikkate alınmaktadır. Şöyle de denebilir: Ölenin yerine malvarlığını yönetecek olan kişinin harcayacağı zaman ve emeğin karşılığı olan ücret, tazminatın ölçüsü olmaktadır. Yargıtay’ın son kararları da bu yöndedir.
c) Miras konusunda, anamalcı görüşler, insafın ölçüsünü iyice kaçırarak daha da ileri gitmişler; eğer destekten yoksun kalanlara üçüncü kişilerden bir miras kalmışsa ve bu miras bakım ihtiyaçlarını karşılamakta ise ya da yaşam düzeylerini yükseltmişse, bunun zarardan indirim nedeni olacağını, hattâ davanın ve tazminat isteminin reddi gerekebileceğini dahi ileri sürebilmişlerdir.
Bu görüşler birkaç yönden yanlıştır: Önce, mirasçılık zarar verici olayın sonucu olmayıp, yasadan doğan bir haktır. Murisin biriktirdiği servetten zarar sorumlusunu yararlandırmak hak ve adalet duygusu ile bağdaşmaz. Tazminat sorumlusu,zarar görenin erken mirasa kavuştuğunu, böylece bakım gereksinimi kalmadığını ileri sürerek yarar elde edemez. Çünkü, miras ve miras gelirleri ile haksız eylemin yol açtığı zarar arasında “nedensellik bağı” kurulamaz. Ayrıca, zarar verenin, terekenin artma olasılığını önlemiş olabileceği de düşünülmelidir.
Miras veya miras gelirleri tazminattan indirim nedeni de olamaz. Çünkü, uygulamada destek tazminatı hesaplanırken, miras ve miras gelirleri hesap unsurları arasında yer almamakta; hesaplama, ölenin “bedensel ve düşünsel” etkinliğiyle elde ettiği gerçek veya varsayımsal kazançlar üzerinden yapılmakta; eğer “yardım ve hizmet ederek” desteklik söz konusu ise, bunun “görece” değeri tazminatın ölçüsü olmaktadır. İşte, uygulamada, miras ve miras gelirleri hesap unsurlarına katılmadığı için, bir indirim de gerekmemektedir.
7- Ölen kişinin primlerini ödeyerek kendisine ve yakınlarına sağladığı sigorta güvencelerinin tazminattan indirileceği görüşü de yanlıştır.
Ölen kişinin primlerini ödeyerek kendisine ve yakınlarına sağladığı sigorta güvencelerinin (ardıllığın ve dönme hakkının söz konusu olmadığı durumlarda dahi) tazminattan indirileceği görüşü ise büsbütün yanlış ve bunlardan haksız eylem sorumlularının yararlandırılmaları da haksızlıktır.
Kişinin primlerini ödeyerek yaptırdığı yaşam sigortası ve kaza sigortalarının haksız eylemin yol açtığı zarardan indirilmesi söz konusu olamaz. Yaşam ve Kişisel Kaza Sigortalarından ödenen tazminatın kaynağı, haksız eylem olmayıp, daha önceden sigorta şirketi ile yapılan sözleşme olduğundan, haksız eylemden sorumlu kişilere karşı açılan davada hesaplanan tazminattan indirim söz konusu değildir. Çünkü, ödenen tazminat ile haksız eylem arasında bir “nedensellik bağı” yoktur. Sigortacı ile sözleşme yaparak sigorta primlerini ödeyen kişi, bu sözleşmeyi haksız eylemi işleyen yararına değil, kendisinin veya yakınlarının yararına yapmıştır. Bu yüzden ölenin, yakınlarının yararlanması amacıyla aldığı önlemlerden, sigorta sözleşmesiyle ilgisi bulunmayan haksız eylem sorumluları yararlanamaz. Bunun gibi, kaza sonucu bedensel zarara uğrayan kişi, eğer önceden bir kaza sigortası yaptırmışsa, sigortadan tazminat alması, onun üçüncü kişilere başvurma ve zararın tamamını isteme hakkını ortadan kaldırmaz. Öte yandan, can sigortaları bir “meblâğ” sigortası olduğundan, sigortacının da ödediği tazminattan dolayı, haksız eylem sorumlularına dönme (rücu) hakkı yoktur. Çünkü sigortacının da haksız eylemle bir bağlantısı bulunmamaktadır. Kazaya uğrayan kişinin, hem Kişisel Kaza Sigortası’ndan ve hem de haksız eylem sorumlularından tazminat alması haksız zenginleşme ve malvarlığında nedensiz çoğalma değildir. Çünkü o kazalara karşı önlemini almış ve bunun için bir bedel (prim) ödeyerek kendine (veya yakınlarına) güvence sağlamıştır.
Bu konuda Türk Ticaret Kanunu m.1338’de: “Üçüncü kişinin kusuru sonucu meydana gelen kazalardan dolayı, sigorta ettirenin sigortacıdan tazminat alması, sigorta ettirenin üçüncü kişiye başvurma hakkını ortadan kaldırmaz. Üçüncü kişi, sigorta ettirenin sigortası dikkate alınmaksızın bütün zarar ve ziyanını ödemekle yükümlü tutulur” denilmiştir.
8- Sosyal Güvenlik Kurumlarının ölüm dalından bağladığı gelirler de indirim konusu olamaz.
a) Sosyal Güvenlik Kurumlarının ölüm dalından bağladığı dul ve yetim aylıkları ile anaya ve babaya bağlanan gelirler, destek tazminatı ile ilişkilendirilemez ve tazminattan indirim nedeni olamaz. Özellikle trafik kazalarında, davacılara sosyal güvenlik kurumlarından gelir bağlanıp bağlanmadığının veya kendilerinin yaşlılık aylığı alıp almadıklarının araştırılması gereksiz bir zaman kaybıdır. Zorunlu sigortaları yapan ve başvuru gününden başlayarak sekiz gün içinde sigorta tazminatını ödemekle yükümlü olan sigorta şirketlerinin de, haksahiplerine sosyal güvenlik kurumlarından gelir bağlanıp bağlanmadığını araştırma hak ve yetkileri yoktur.
Bu konuda Yargıtay 06.03.1978 gün 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında "Ölüm sigortasından bağlanan aylıklar, be¬lirli bir süre sigortalı olmanın ve prim ödemiş bulunmanın bir sonucudur. Zarar verenin bu paradan yararlanması söz konusu olamaz. O halde zarar veren, verdiği zararın tamamını açılan davada ödemelidir. Bu nedenle, tazminat ödemekle yükümlü olan kişi (ölüm dalından bağlanan aylıkların) destekten yoksun kalma tazminatından indirilmesini isteyemez” denilmiş; buna bağlı olarak aynı doğrultuda Hukuk Genel Kurulu ve Özel Dairelerce benzer kararlar oluşturulmuştur.
b) Aynı biçimde Sosyal Güvenlik Kurumu'nun “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası” dalından bağladığı gelirlerin, sorumlu işveren ise “ilk peşin değeri"nden fazlası, sorumlu üçüncü kişi ise “ilk peşin değerin yarısı”ndan fazlası; bir başka anlatımla Kurum'un rücu edebileceği miktardan fazlası tazminattan indirilmeyecektir. (5510 sayılı Yasa m.21)
c) Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına ve buna bağlı olarak uzun yıllardan beri düzenli ve tutarlı bir biçimde sürdürülen yerleşik kararlara karşın, bazı kişilerin ve özellikle sigorta şirketlerinin, Sosyal Güvenlik Kurumu'nun bağladığı gelirlerle destekten yoksun kalanların "bakım ihtiyaçları" kalmadığını ileri sürerek tazminat ödemeyi reddettiklerini, bu tür dayatmalar yüzünden yıllarca çok sayıda davalar açıldığını ve yargının iş yükünün gereksiz yere artırılmasına neden olunduğunu; ayrıca mahkemelerin hiç gereği yokken, Sosyal Güvenlik Kurumu'ndan haksahiplerine bağlanan gelirleri sordurduklarını anımsatalım.
d) Bugün artık, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle, Sosyal Güvenlik gelirlerinin araştırılması ve sorulması gereği kalmamıştır. Çünkü, yeni Yasa'nın 55.maddesine göre: "Destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararlar, bu Kanun hükümlerine ve sorumluluk hukuku ilkelerine göre hesaplanır. Kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar ve tazminattan indirilemez"
9- Destekten yoksun kalan kişinin çalışıyor olması veya çalışmaya başlamasının davanın reddi sonucunu doğuracağı ya da tazminattan indirim nedeni olacağı veya tazminatın çalışmaya başladığı tarihe kadar hesaplanacağı görüşlerinin tümü haksız, insafsız ve hukuka aykırıdır.
Destek tazminatı konusunda haksız (hukuka aykırı) ve yanlış görüşlerin en ürpertici olanları, zarar görenlere neredeyse hiçbir hak tanımama eğilimindekilerdir. Bunlara “haksız eylem savunucuları” demek daha doğru olur.
Bu görüştekiler, destekten yoksun kalan kişinin, bir işe girip çalışmaya ve kazanç elde etmeye başlaması durumunda “bakım gereksinimi” kalmayacağından maddi tazminat hesabının işe girdiği güne kadar hesaplanması gerektiğini; dahası, dul kadının, eşinin ölümünden sonra bir iş bulup çalışmaya başlaması ve kendi ihtiyaçlarını elde ettiği kazançla karşılayabilmesi durumunda, artık bu kimse yararına destekten yoksun kalma tazminatına hükmedilmemesi gerektiğini ileri sürmüşler; daha dahası, acımasızlığın ve haksızlığın sınırlarının iyice aşıldığı bir noktaya gelinerek “dul eşin, çalışma olanağı varken, sırf tazminat borçlusunu zarara uğratmak kastıyla dürüstlük kurallarına aykırı şekilde çalışmaya başlamaması durumunda haksız sayılması gerektiğini” ve bu durumda davanın reddedilmesi gerekeceğini söyleyebilmişlerdir. Bu tür akla, mantığa, hukuka aykırı görüşleri kınamaktan kendimizi alamıyoruz.
Uygulamada, yargıda ve Yargıtay kararlarında bu tür görüşlere kesinlikle değer verilmemektedir. Bir Yargıtay kararında: "Hukuka aykırı olarak gerçekleşen zararın, zarar görenin kendi imkanlarıyla giderilmesi, sorumluluğu ortadan kaldırmaz." denilmiştir.
VII- DESTEK VE DESTEKLİK
1- Destek
Birlikte yaşadığı kişilere ve yakınlarına sürekli ve düzenli olarak türlü yollardan ve türlü biçimlerde yardım eden, onlarla sürekli yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunan, koruyup kollayan, eğer ölmeseydi ilerde yardım etmesi beklenen veya büyük bir olasılıkla yardım edecek olan kişidir.
2- Desteklik
Destek sayılabilmek için ölenin mutlaka ölüm zamanında bir kimseye yardımda bulunmasına gerek yoktur; ilerde kurulacak olan yardım ve gözetim ilişkisi de B.K. m.45/2’nin (TBK.m.53/3'ün) uygulanması için yeterlidir. Başka bir deyişle, ölüm olmasaydı ilerde kurulacak ilişkinin bir destek ilişkisi olacağı kesin ise, destekten yoksunluk tazminatı istenebilir.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, iki tür desteklik söz konusudur: 1) Gerçek destek, 2) Varsayımsal destek.
a) Gerçek destek, öldüğü güne kadar başkasına sürekli ve düzenli bir biçimde bakıp gözeten ve çeşitli yardımlarda bulunan kişidir. Bugünkü görüş artık parasal desteklikle sınırlı tutulmadığına göre, kişiler hangi yaşta olurlarsa olsunlar, bir kazançları ve malvarlıkları bulunmasa da beden güçleriyle birbirlerine hizmet ederek destek olurlar. Örneğin, hizmet etmek (örneğin, ev kadınlarının ev işlerini görmeleri, emeklilik günlerini yaşayan erkeklerin alışveriş işlerini üstlenmeleri, evde eşlerine yardım etmeleri, kız çocuklarının küçük yaşlardan başlayarak mutfak işlerinde ve ev temizliğinde annelerine yardımcı olmaları, erkek çocukların babalarına yardım etmeleri) maddi destek sayıldığına göre, çocuk-yaşlı, kadın-erkek ayrımı yapılmaksızın en azından asgari ücretler düzeyinde destek tazminatı hesaplanmalıdır. Bunun gibi, ileri yaştaki ve emeklilik çağındaki kimselerin de, ayrıca kazançları ve malvarlıkları olmasa bile bedensel varlıklarıyla, birikimleri, deneyimleri, görgü ve bilgileriyle yakınlarına destekliği kabul edilmelidir.
b) Varsayımsal destek, ölüm olmasaydı, yaşamın ve olayların olağan akışı içerisinde ilerde kurulacak bakma (yardım) ilişkisi uyarınca destek olması beklenen kimsedir. Küçük yaştaki çocukların ana ve babalarına destekliği buna örnek gösterilmektedir. Ancak biz, uygulamada çocukların varsayımsal destekliğinin (18) yaşına veya yüksek öğrenimini tamamladığı yıla kadar uzatılmasını doğru bulmuyoruz. Çünkü, toplum yapısı ve aile bağlarıyla ilgili araştırmalara göre, çocuklar (6) yaşından başlayarak ailelerine "yardım ve hizmet" ederek destek olmaktadırlar
Ülkemizin toplum ve aile yapısı incelendiğinde, çocukların çok küçük yaşlardan başlayarak bedensel varlıklarıyla anne ve babalarına "yardım ve hizmet" ederek destek oldukları görülecektir. Çocuklar, pek az ayrık durumlar dışında, kız olsun erkek olsun, ev işlerinde çalışırlar, mutfakta ve temizlik işlerinde annelerine yardım ederler, çarşı pazar alışverişine giderler, küçük kardeşlerine bakarlar. Köyde yaşıyorlarsa tarım ve hayvancılık işlerinde çalışırlar. Kızlar halı, kilim, bez dokurlar. Özetle, çocuklar küçük yaşlardan başlayarak beden güçleriyle “yardım ve hizmet" ederek ailelerine maddi destek olurlar.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) 2006 yılı çocuk işgücü araştırma sonuçlarına göre, çocukların "ev işlerinde" çalışmaları altı yaşından başlamaktadır. Raporda, 6-17 yaş grubundaki bütün kız çocukların %53'ünün ve erkek çocukların %33'ünün yemek yapma, çamaşır yıkama, temizlik, alışveriş ve küçük kardeşlere bakma gibi ev işleri yaptıkları; 15 -17 yaş grubundaki kız çocukların hemen hemen dörtte üçünün gerek kırsal, gerekse kentsel yerleşimlerde ev işleri yaparak ailelerine yardımcı oldukları açıklanmıştır. Daha önce 1994 ve 1999 yıllarında yapılan araştırmalarda da aynı sonuçlar alınmıştır.
DİSK-AR'ın araştırmasına göre de, "ev işlerinde" çalışan çocukların sayısı 1999 yılında 4 milyon civarında iken, 2006 yılında bu sayının 7 milyona ulaştığı saptanmıştır.
Ayrıca ülkemizde pek çok çocuk çalışarak aile bütçesine katkı sağlamaktadırlar. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) çocuk işçiliği uluslararası programı (IPEC) desteğiyle Türkiye İstatistik Kurumu'nun gerçekleştirdiği 2006 yılı “Çocuk İsgücü Anketi” sonuçlarına göre, Türkiye'de çalışan her 100 kişiden 5'inin 6-14 yaş grubu çocuklar, her 100 kişiden 14'ünün 15-19 yaş grubu gençler olduğu; 6-14 yaş grubu çocuk nüfusunun yüzde 32'sinin işyerlerinde ve ev işlerinde çalıştığı; 6-17 yaş grubunda çalışan çocukların % 47.7 sinin kentlerde % 52.4 ünün kırsal yerlerde yaşamakta oldukları; genel olarak çalıştırılan çocukların % 66 sının erkek, % 34’ünün kız çocuklar olduğu saptanmıştır.
Yasalarımızdaki hükümler de, çocukların küçük yaşlardan başlayarak ailelerine "yardım ve hizmet" yoluyla destek olduklarını göstermektedir. Medeni Yasamızın hükümleri çocukların küçük yaşlardan başlayarak anne ve babalarına "varsayımsal destek" değil "gerçek destek" olduklarını kabule elverişlidir. Medeni Yasa’nın “karşılıklı yükümlülükler” başlıklı 322.maddesinde “Ana baba ve çocuk, ailenin huzuru ve bütünlüğünün gerektirdiği şekilde birbirlerine yardım etmek, saygı ve anlayış göstermek ve aile onurunu gözetmekle yükümlüdürler” denilmiştir. Önceki Medeni Yasamızın “karşılıklı vazifeler” başlıklı 260.maddesinde de günümüz diliyle söylersek “Ana baba ve çocuk, birbirlerine karşı aile yararlarının gerektirdiği yardımı yapmak ve uyum sağlamak zorundadırlar” denilmekteydi. Benzer bir hüküm daha açık bir biçimde Alman Medeni Kanunu’nun 1619.maddesinde bulunmaktadır. Buna göre, çocuklar ev işlerinde güçleri oranında ana ve babalarına yardım etmekle yükümlüdürler.
Yukardan beri yaptığımız açıklamalara, araştırma sonuçlarına ve yasa hükümlerine göre, çocukların "varsayımsal"destekliğinin (TÜİK ve öteki kurumların araştırma sonuçlarına bakarak) 0-6 yaş ile sınırlandırılması; "gerçek" destekliğin (6) yaşından başlatılması gerektiği sonucuna varıyoruz.
Önemi nedeniyle çocukların destekliğini ilerde geniş biçimde ele alacağız.
3- Destekliği gerçekleştirme biçimleri
Yardım ve desteklik türlü biçimlerde olabilir:
a) Para vererek,
b) Yardım ve hizmet ederek,
c) Koruyup kollayarak,
d) Akıl vererek ve yol göstererek,
e) Bilgi ve deneyimlerinden yararlandırarak,
f) Yiyecek, elbise, mesken sağlayarak,
g) Eğitim masraflarını karşılayarak.
Şimdi bunların bir bölümünü ayrı, bir bölümünü birarada inceleyeceğiz.
a) Parasal desteklik
Ülkemizin toplum ve aile yapısı nedeniyle "parasal" desteklik hemen hemen hiç söz konusu olmamaktadır. Para, tazminat hesabında yalnızca bir değer ölçüsüdür. Desteklik ve destekten yoksunluk, çok ayrık durumlar dışında, aile bireyleri arasında gerçekleşen bir olgudur. Aile içi desteklikte, örneğin baba, eşine ve çocuklarına olağan harçlıkları dışında (işçiye ücret, memura maaş öder gibi) her ay veya belli dönemlerde bir para ödemez. Kazandığı paraları evinin ihtiyaçlarına, eşinin ve çocuklarının geçimine, okul masraflarına harcaması onun destekliğidir. Anne de, bir mesleği ve kazancı olmayıp da yalnızca evinin işlerini yapıyorsa, onun da destekliği bu biçimde gerçekleşmiş olmaktadır. Çocuklar da belli bir yaşa geldikten sonra, nafaka yükümlülüğü dışında, anne ve babalarına düzenli bir para ödemezler; daha çok "yardım ve hizmet" ederek destek olurlar.
Özetlersek, ülkemiz koşullarında sürekli ve düzenli olarak belli zamanlarda bir "para" ödeme biçiminde desteklik söz konusu değildir. Hayırsever ve varlıklı kimselerin aile bireyleri dışındaki kişilere (burs vermek, eğitim masraflarını karşılamak gibi) düzenli para ödemeleri ise pek az rastlanan çok ayrık durumlardandır.
Desteklikte para, yukarda belirttiğimiz gibi, tazminat hesabı için gerekli olan bir değer ölçüsüdür. Bu ölçünün uygulanması sırasında belirlenen destek payları ise, tazminat ilkeleri çerçevesinde saptanan bir hesap unsuru olup, aile bireyleri arasında böyle bir paylaştırmadan söz edilemez.
b) Yardım ve hizmet ederek desteklik
Yargıtay kararlarında benimsendiği üzere, yalnız para vererek değil, hizmet ederek de destek olunabilir. Yukarda açıkladığımız gibi, ülkemiz koşullarında parasal desteklik ve kazancın paylaştırılması söz konusu olmayıp, aile bireyleri ve yakın akrabalar arasında asıl desteklik "yardım ve hizmet ederek" gerçekleşmektedir. Birlikte yaşayan kişiler, özellikle aile bireyleri, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, bir kazançları ve malvarlıkları bulunmasa da, her zaman ve her durumda birbirlerine yardım ve hizmet ederek destek olurlar. Bu, yadsınamaz bir “yaşam gerçeği”dir. Bu konuda Yargıtay kararlarında şu görüşlere yer verilmiştir:
aa)Genel olarak
Destekten yoksun kalma, yalnız parasal yardım olarak düşünülemez. Eylemli ve düzenli olarak yapılan hizmet edimleri de bir kimsenin destek sayılması için yeterlidir.
Destek kavramının yalnızca parasal katkı şeklinde anlaşılması gerekmez. Yaşlılık veya hastalıkta ya da ihtiyaç duyulan diğer durumlarda yapılan ev işleri, bakım gibi hizmet ve yardımlar da destek kavramı içerisinde sayılır.
Yerleşmiş içtihada göre, bedelsiz olarak başkasının bakımını sağlayan ya da ona yardım eden kimse de destek sayılmıştır. Destek, yalnızca yaşamak için gerekli ihtiyaçları sağlayan ya da para veren kimse değildir.Doğrudan doğruya hizmet eden kimse de destektir. Yardım ve hizmet de "ekonomik" bir değer ölçüsüdür.
bb)Yaşlılar ve emekliler
Emekli iken yaşamını yitiren desteğin, emekli de olsa, kalan ömrü süresinde, ev ve çarşı pazar işleri gibi günlük işleri yaparak, aile bütçesine katkı sağlayacağı göz önüne alınıp asgari ücret üzerinden destekten yoksun kalma tazminatı hesaplatılmalıdır.
4.HD.17.06.2010, E.2009/10653 K.2010/7338
Ölen desteğin emekli öğretmen veya emekli eşi olması; hiçbir işte çalışmayıp emekli veya dul maaşı ile geçimini sağlamakta oluşu, destek tazminatı isteminin reddini gerektirmez. Desteğin destekliği asgari ücret düzeyinde değerlendirilmelidir.
4.HD.06.04.2000, 1095-3151
Yetmiş dokuz yaşında ölen destek olay tarihinde gelir getiren bir işte çalışmasa bile, eşine vereceği desteğin asgari ücret üzerinden hesaplanması gerekir.
4.HD.17.04.2008, E.2007/8981 - K.2008/5368
Desteğin emeklilik dönemindeyken yaşamını yitirdiği anlaşıldığına göre, ev işlerine yapacağı katkı (hizmet) gözetilerek net asgari ücret esas alınmak suretiyle hesaplanacak destekten yoksun kalma tazminatına hükmedilmelidir.
4.HD. 24.06.2008 E. 2007/11168 K. 2008/8629
cc)Ev kadınları
Yargıtay'ın kırk yılı aşan ve düzenli bir biçimde sürdürülen kararlarına göre: " Bir işi ve kazancı bulunmayan ev kadınları kendi ev hizmetlerini yaparak eş ve çocuklarına maddi destek sağlarlar. Ev kadını olan destek ev hizmetleriyle diğer aile bireylerinin yaşamını kolaylaştıracağından ve onlara katkı yapacağından bundan yoksun kalan hak sahiplerinin tazminat isteme hakları vardır. (4.HD.14.05.1998, 323-3373) Hiçbir işte çalışmasa bile ev kadını aileye destek sağlar. O halde kadının ölümü ile ailenin yoksun kaldığı ev işlerinin parasal karşılığı değerlendirilmelidir. (4.HD.22.09.1987, 5458-6726) Davacıların desteği ev kadını olup, ayrı bir geliri bulunmamaktadır. Bu durumda davacıların yoksun kaldıkları destek tazminatı hesaplanırken aylık net asgari ücret esas alınmalıdır. (4.HD.26.06.2001, 4162-6826) Kadının ev hizmetlerini yapması nedeniyle,ölümü halinde koca bu hizmetlerden yoksun kaldığından; tazminat isteme hakkı vardır. (4.HD. 03.10.1966,4939-8581) Olay tarihinde altmış yaşında bulunan desteğin, davacılara destek olamayacağına ilişkin bilirkişi raporu gerçeğe aykırı olup, ev kadını olarak destekliği asgari ücret düzeyinde değerlendirilmeli; bu miktar üzerinden destekten yoksun kalma tazminatı hesaplanmalıdır. (4.HD.06.04.2000, 1095-3151)
çç)Çocukların yardım ve hizmet ederek destekliği
Yukarda "gerçek ve varsayımsal" desteklikle ilgili bölümde, TÜİK ve öteki kurumların araştırma sonuçlarına göre, çocukların çok küçük yaşlardan başlayarak anne ve babalarına "yardım ve hizmet" ederek destek olduklarının saptandığını; ayrıca gözlemlerimize dayanarak, kız çocukların ev işlerinde annelerinin yardımcısı olduklarını, ayrıca küçük kardeşleri varsa onlara baktıklarını; erkek çocukların da daha çok evin dışardaki işlerini yaptıklarını, babalarına yardım ettiklerini; kırsal kesimlerde çocukların çok küçük yaşlardan başlayarak tarım işlerinde çalıştıklarını, hayvanlara baktıklarını açıklamıştık. İlerde çocukların destekliğine geniş yer vereceğimizden değinmekle yetiniyoruz.
Şunu da ekleyeli ki, çocuklar belli bir yaşa gelip "yuva"dan ayrıldıktan sonra da anne ve babalarına "yardım ve hizmet" etmeyi sürdürürler. Hele kızlar, evlendikten, çocuk sahibi olduktan sonra da sık sık baba evine gelirler; anneleri onlara, onlar annelerine yardım ederler. Anne ve babadan biri hastalanmaya görsün, çocukların tümü koşar gelirler. Yargıtay'ın bir çok kararlarında aynı biçimde ve sıkça yinelendiği üzere: " Genel yaşam deneyimleri ve hayatın olağan akışı, yetişkin bir insanın anne ve babasına her durumda ve belirli bir düzeyde destek olacağını gösterir. Her türlü hastalık ve sair sıkıntılarında yardıma koşmaları, sık sık veya arada bir gelip gitmeleri, hattâ bayram günlerinde ziyaret etmeleri bile destek sayılmaları için yeterlidir" denilmektedir.
dd)Bir işi kazancı olmayanların destekliği
Destekten yoksun kalma tazminatına hükmolunması için, ölenin bir işi ve gelirinin bulunması ve bunun ispatlanması şart değildir. Ölen kişi işsiz veya yaşı küçük olsa bile yakınlarının desteğidir. (4.HD.06.03.2000, E.1999/11287 K.2000/2046) Desteğin yardımının yalnızca parasal nitelikte bulunması zorunlu değildir. Eylemli ve düzenli olarak yapılan hizmet edimleri de bir kimsenin destek sayılması için yeterlidir. (15.HD.26.12.1975, 4177-5185) Destek mutlaka para veya maddi katkı şeklinde olmayabilir. Bunun dışında çeşitli hizmet ve yardımlar ile de destek olunabilir. 4.HD.01.02.2011, E.2009/14007 - K.2011/932)
c) Değişik biçimlerde desteklik
aa)Bir kaç ev veya apartman dairesi olan varlıklı bir kimsenin, geçim sıkıntısı olan bir yakınını (kardeşini, teyzesini, dayısını, amcasını vb.) kira parası almaksızın konutunda oturtması ya da düzenli olarak giyim ve yiyecek yardımı yapması.
bb)Bir öğrencinin eğitim masraflarının karşılanması, her ay düzenli olarak burs verilmesi.
cc)Nafaka, her ne kadar yasal bir zorunluluk ise de, boşandığı eşinden yoksulluk
nafakası alan eski eşin, onun ölümüyle artık nafaka alamayacak olması.
İKİNCİ BÖLÜM
BEDENSEL ZARARLAR NEDENİYLE TAZMİNAT
I- BEDENSEL ZARARLAR
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 54.maddesine ve ondan önceki 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 46.maddesine göre, tazminat istemeyi gerektirecek bir olay sonucu yaralanan kişinin maddi zararları, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 18-19 maddelerindeki ve ondan önce 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun 16-20.maddelerindeki tanımlardan da yararlanılarak şöyle bölümlendirilecektir:
1) Geçici işgöremezlik nedeniyle iş ve kazanç kaybı
2) Sürekli işgöremezlik (kalıcı sakatlık) nedeniyle çalışma gücü ve kazanç kaybı
3) Tedavi giderleri ve tüm iyileşme sürecinde yapılan her türlü masraflar.
4) Ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan kayıplar
Şimdi bunları ayrı ayrı gözden geçirelim:
1- Geçici işgöremezlik durumu
a) Kaza geçiren kişinin, kalıcı sakatlık durumu söz konusu olmayıp, bir süre tedavi görmesi, iyileşinceye kadar çalışamaması ve bu yüzden iş ve kazanç kaybına uğramış bulunması “geçici işgöremezlik”tir. Yargıtay kararlarında buna “mesleki işten kalma süresi” veya “çalışılamayan süre” denilmektedir.
Yalnızca meslek sahipleri ve çalışıp kazanç elde etmekte olanlar değil, tedavi ve iyileşme süresince günlük işlerini yapamayanlar, örneğin kaza sonucu yaralanma nedeniyle kendi ev hizmetlerini bir süre yapamayan ev kadınları da “geçici işgöremezlik tazminatı” isteyebilirler. Hattâ, trafik kazasında yaralanıp bir süre okuluna gidemeyen ve bu yüzden yıl kaybına uğrayan öğrenci de, çalışma yaşamına bir yıl geç atılacak olması nedeniyle gelecekteki kazanç kaybını tazminat olarak isteyebilir.
b) Geçici işgöremezlik süresi, yalnızca tıbbi tedavi süresi ile sınırlı değildir. Ayrıca iyileşme (yeniden çalışmaya başlama) süresi sözkonusudur ve bu süre tedavi süresinden daha uzun olabilir. Örneğin, hastaneden taburcu olduktan sonra, bir süre evde dinlenme gerekli görülebilir. İyileşme süresi, yapılan işe, mesleğe ve bedensel zararın türüne göre farklı olabilir. Bacağı kırılan bir kimse masa başı işler yapıyorsa onun iyileşme süresi kısa olacak; bedenini kullanarak çalışma durumunda olan kişinin iyileşme süresi uzayacaktır. Hele ağır işlerde çalışma durumu varsa iyileşme süresi daha da uzun olacaktır.
Geçici işgöremezlik nedeniyle hukuk mahkemelerinde açılan davalarda çoğu kez bir hususa dikkat edilmemekte, ceza davasında Adli Tabip tarafından verilen “iş ve güçten kalma” raporları işgöremezlik süresine esas tutulmak istenmektedir. Oysa, Yargıtay’ın yerleşik kararlarına ve Adli Tıp Kurumu uygulamasına göre, ceza davasında alınan “iş ve güçten kalma” raporları ceza uygulaması yönünden geçerli ve “Adli Şifa” süresini belirleyen bir raporlardır. Oysa, hukuk mahkemesinde açılan tazminat davalarında söz konusu süre “Adli Şifa” süresi, bir başka deyişle olağan “iş ve güçten kalma” süresi değil, “Tıbbi Şifa” süresi, bir başka deyişle “tam iyileşme” veya “mesleki işten kalma” süresi ya da “çalışılamayan süre”dir. İşte bu sürenin farklı bir yöntemle belirlenmesi, yaralanan kişinin mesleği, yaptığı işin özellikleri, bu işi yaparken daha çok hangi organını kullandığı, işyeri ile evi arasındaki uzaklık ve buna göre gidip gelme zorlukları gibi durumlar yöntemince araştırıldıktan, gerekiyorsa tanık da dinlendikten sonra, uzman bilirkişilerden görüş alınmak suretiyle ne kadar sürede yeniden işe başlayabileceği belirlenmek ve buna göre sonuca ulaşmak gerekmektedir.
c) Geçici işgöremezlik durumunun, sigorta kapsamında olmadığı gibi yaygın bir kanı olup, bu tür zararlar, araç hasarlarında söz konusu “kazanç kaybı” ile karıştırılmakta; mesleki işten kalma süresindeki kazanç kayıplarına ilişkin istekler sigorta şirketlerince geri çevrilmektedir. Oysa bu yanlıştır.
Yargıtay’ın bu konudaki görüşleri kesindir. Taşımacı veya işleten “geçici işgöremezlik” zararlarından sorumlu olduklarına ve sigortacı da bu sorumluluğu belli bir oranda üzerine almış bulunduğuna göre, kaza geçiren kişinin iyileşme süresi içerisindeki “kazanç kayıplarından” veya her türlü maddi zararlarından sigortacı da sorumludur ve bu tür tazminat isteklerinin yerine getirilmesi zorunludur.
Yargıtay’ın doğrudan sorumluluk sigortalarıyla ilgili bir kararında “Trafik kazası sonucu uğranılan maddi zarar sebebiyle, kişinin işinden ve gücünden kaldığı süre içinde oluşan gelir kaybından zorunlu mali sorumluluk sigortacısı sorumludur” denilerek bu konuya, sigortacı yönünden, açıklık getirilmiştir.
2- Sürekli işgöremezlik (kalıcı sakatlık) durumu
a) İş Hukukunda ve Sosyal Güvenlik Yasası’nda “sürekli işgöremezlik” olarak adlandırılan bedensel zararlara “kalıcı sakatlık” denildiği gibi,Yargıtay kararlarında ve Adli Tıp Kurumu raporlarında “beden gücü kaybı” veya “çalışma gücü kaybı” ya da “meslekte kazanma gücü kaybı” da denilmektedir.
b) Adli Tıp dilinde, “kalıcı” bedensel zararlar, iki ana bölüme ayrılmaktadır: 1) Organ yitimi , 2) Organ zayıflaması.
Organ yitimi, genellikle el, ayak, kol, bacak, göz gibi organlardan birinin ya da bir kaçının yitirilmesidir. Ayrıca iç organlar ile beş duyu da (görme, işitme, tatma, koklama, dokunma) organ sayılmaktadır.
Organ zayıflaması, kişinin bedensel yapısını oluşturan organlardan birinin veya bir kaçının işlevinin azalması veya büsbütün işlevsiz kalmasıdır.
Bunların dışında, kişini geçirdiği kaza veya uğradığı saldırı sonucu aklını ve belleğini yitirmesi, ya da ruhsal ve sinirsel dengesinin bozulması, yüzünde kalıcı iz oluşması veya yüz biçiminin değişmesi (estetik zararlar) ayrı bir derecelendirme ve değerlendirmeyi gerektirmektedir.
c) Sürekli işgöremezlik zararları, beden gücü kayıp oranlarına göre de ikiye ayrılmakta, bunlar: 1) Sürekli kısmi iygöremezlik , 2) Sürekli tam işgöremezlik olarak adlandırılmaktadır.
Sürekli kısmi işgöremezlik, organ eksilmesi veya organ zayıflaması sonucu beden gücünün belli bir oranda azalması durumudur. Bu durumdaki kişi çalışmasını sürdürebilir ise de, yaşıtlarına ve aynı işi yapanlara göre (sakatlığı oranında) daha fazla güç ve çaba harcayacağından, kazançlarında bir azalma olmasa bile (sakatlığı oranında) tazminat isteme hakkı bulunduğu kabul edilmekte; buna öğretide ve Yargıtay kararlarında “güç kaybı-efor kaybı” kuramı denilmektedir.
Sürekli tam işgöremezlik, beden gücünün bütünüyle yitirilmesi durumudur. Bu durumdaki kişi artık çalışamayacak ve kazanç elde edemeyecektir. Bu nedenle tazminatı yüzde yüz oranı üzerinden hesaplanacak, giderek başkasının yardımıyla yaşamını sürdürmesi zorunluluğu varsa, ayrıca tazminat tutarına bakıcı giderleri de eklenecektir.
II- UYGULAMADA BEDEN GÜCÜ KAYIPLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
1- Malvarlığı eksilmesi ve kazanç kaybı anlayışı
Haksız eylem veya herhangi bir kaza sonucu yaralanmalar nedeniyle açılan tazminat davalarında, zararın ölçüsü, ölüm nedeniyle destek tazminatında olduğu gibi, geçmişte katı maddeci bir anlayışla “malvarlığı eksilmesi” veya “kazanç kaybı” olarak değerlendirilmekte; yiten can veya eksilen ya da sakat kalan beden, eğer çalışıp kazanç sağlamıyorsa, parasal bir değer üretmiyorsa “tazminat” söz konusu olamayacağı biçiminde idi. Borçlar Yasası 46. maddesindeki: “Bedensel bir zarara uğrayan kimse, çalışma gücünün tamamını veya bir kısmını yitirmekten ve ilerde iktisadi yönden karşılaşacağı yoksulluktan doğan zararını ve bütün masraflarını isteyebilir” hükmünün, geniş bir yorumu yapılarak “can” zararlarına ağırlık verilmesi olanağı varken, her nedense “malvarlığı eksilmesi ve kazanç kaybı” anlayışına saplanıp kalınmıştı. Bu görüştekiler: “Bir kimsenin yalnızca yaralanması veya sakat kalmasının “zarar” olarak kabul edilemeyeceğini, eğer yaralanma ve sakatlanma yüzünden malvarlığında ve kazancında bir azalma olmuşsa, ancak o zaman bir “zarar” dan söz açılabileceğini; malvarlığında azalmadan ve kazanç kaybından söz edilebilmek için de, haksız eylemden zarar gören kimsenin “çalışma gücü” olması gerektiğini, çalışma gücünden anlaşılması gerekenin ise, bir kimsenin bedensel gücüne ve düşünsel yeteneklerine bağlı “ekonomik verimliliği” olduğunu; yargıcın maddi tazminata karar verebilmesi için arayacağı şeyin, davacıda bedensel bir eksilmenin veya sakatlanmanın bulunup bulunmadığı ile sınırlı tutulamayacağını, davacının bu yüzden maddi bir zarara uğradığının (kazançlarının ve malvarlığının eksildiğinin) saptanması gerektiğini” savunuyorlardı. Kısaca söylemek gerekirse, bu görüştekilerin tanımladığı insan, etiyle kanıyla canlı bir varlık değil, gelir (rant) getiren “makine adam” idi.
Daha sonra bu maddeci ve biçimci anlayış yumuşatılmış; (gene kazanç kaybı ve malvarlığı eksilmesi temel ölçü olarak alınmakla birlikte) güç (efor) kaybının başlı başına bir tazminat istemeyi haklı kılacağı, çünkü sakat kalan kişinin kazançlarında bir azalma olmasa bile, aynı işi yapıp aynı kazancı elde ederken daha fazla güç (efor) harcayacağı, salt bu nedenle tazminat istenebileceği anlayışına gelinmiştir. Öte yandan, uygulama alanı genişletilip, bir kimse çalışan ve kazanç sağlayan biri olmasa bile günlük işlerini yaparken sakatlığı oranında zorlanacağı gözetilerek, onlar için de tazminat hesaplanacağı kabul edilmiştir. Örneğin, kaza sonucu sakat kalan ev kadınının kendi ev işlerini yaparken sakatlığı oranında zorlanacak olmasının tazminat isteğini haklı kılacağı görüşü benimsenmiş; son yıllarda daha da ileri gidilip emeklilik çağını sürdüren kişilerin günlük yaşamlarını sürdürürlerken sakatlıkları oranında zorlanacak olmaları da bir tazminat nedeni sayılmıştır. Aşağıda bu son uygulamaların ayrıntılarına girilmiştir.
2- Güç (efor) kaybı görüşü
Haksız eylemden zarar gören kişi, (eğer) çalışıp kazanç elde etmekte olan biri ise ve ayrıca malvarlığında (kazancında) bir eksilme olmuşsa, ancak bu koşullar oluştuğunda tazminat istenebileceği biçimindeki dar görüşler, bedensel zarara uğranıldığı sırada bir işi ve kazancı olmasa ya da kazancı azalmasa bile “güç kaybı” nedeniyle tazminat ödenmesi gerekeceği biçiminde yumuşatılmış; gene “malvarlığı eksilmesi ve kazanç kaybı” anlayışına bağlı kalınmakla birlikte, çalışma gücünün yitirilme oranına göre bir değer biçilip bunun tazminat olarak ödetilmesi gerektiği savunulmuştur. Bu görüşte olanlara göre “çalışma gücü, zarar görenin iş gücünün, yani beden ve fikir gücünün (emeğinin), gelir (kazanç) getirici şekilde kullanılması demektir. Burada aslolan kazanç kaybı veya azalması değil, kazanma (çalışma) gücünün kaybı veya azalmasıdır. Bu kayıp ve azalmadan doğan olumsuz ekonomik sonuçlar, zararı oluşturur.” denilerek “can” zararlarına doğru bir açılım sağlanmıştır.
Ancak ne var ki, burada da “kazanç” unsuru ağır basmaktadır. Aradaki fark, bedensel zarara uğrayan kişinin çalışma koşullarının ağırlaştığı, “kişinin kalıcı sakatlığı nedeniyle oluşan beden gücü kaybı sonucu gelirinde ve dolayısıyla malvarlığında bir eksilme olmasa dahi tazminat ödeneceği” anlayışına varılmış olmasıdır. Buna göre, beden gücünün belli oranda yitirilmesi durumunda, kişi, yaşıtlarına oranla daha fazla güç (efor) harcamak durumundadır. İşte harcanan bu fazla güç (efor) kaybı yüzünden haksız eylemden zarar gören kişinin tazminat isteme hakkı bulunmaktadır.
Bu konuda bir Yargıtay kararında şöyle denilmiştir :
“Yaralanmalar nedeniyle kişilerin beden bütünlüğünde kalıcı olarak gerçekleşen sakatlıkların beden gücü kaybına neden olduğu ve bunun sonucu kişinin mal varlığında eylemli olarak eksilme meydana gelmiş ise, bunun tazmin ettirileceği tartışmasızdır. Sorun, olayımızda olduğu gibi beden gücü kaybına rağmen kişinin gelirinde (mal varlığında) bir eksilme olmamış ise ortaya çıkmaktadır.Bu gün uygulamada, kalıcı sakatlıklar nedeniyle oluşan beden gücü kaybı yüzünden, kişinin gelirinde ve dolayısıyla malvarlığında bir eksilme meydana gelmemiş olsa dahi, tazminatın gerekeceği kabul edilmekte ve bu, “güç (efor) kaybı tazminatı” diye adlandırılmaktadır. Bu kabulün, ilk bakışta sorumluluk hukukunun zarar kavramına ters düştüğü ileri sürülebilir. Ancak, burada beden gücü kaybına uğrayan kişinin aynı işi zarardan önceki durumuna ve diğer kişilere göre daha fazla bir güç (efor) sarfıyla yaptığı gerçeğinden hareket edilerek bir anlamda zararı, bu fazladan sarf edilen gücün oluşturduğu kabul edilmektedir. Bu kabul tarzının ortaya çıkardığı sonuç, tazminat hukuku kavram ve kurallarına uygundur. Bilindiği gibi, hukuka aykırı olarak gerçekleşen zararın, zarar görenin kendi imkanlarıyla giderilmesi, sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Kişinin oluşan beden gücü kaybı sonucu meydana gelmesi kaçınılmaz zararı (gelir azalması), bizzat kendisinin daha fazla bir güç harcayarak gidermesi sorumluluktan kurtarma aracı olarak kullanılmamalıdır. Aksi görüş, zarar gören yerine, hukuka aykırı eylemle zarar veren kişinin korunmasını ortaya çıkarır ki, bu da hak ve adalet ölçülerine ters düşer.”
4. HD.19.04.1982, 3059-3938 (YKD.1982/12-1646)
Yargıtay’ın tüm dairelerinin ortak görüşü: “Beden gücü eksilen kişinin kazançlarında bir azalma olmasa bile, sakatlığı oranında harcayacağı fazla çabanın (güç,efor) tazminat olarak ödenmesi gerekeceği” biçimindedir.
3- Varsayımsal kazanç kayıpları
Haksız eylemden zarar gördüğü sırada çalışma yaşına gelmemiş çocukların veya henüz bir işi ve kazancı bulunmayan kişilerin, ilerde çalışıp kazanç elde etmelerine kesin gözüyle bakılıyorsa, bunların beden gücü kayıpları için “varsayımsal” bir tazminat hesabı yapılmaktadır. Burada da ödetilmek istenen zarar, “can” zararı değil, “mal” zararıdır. Başka bir deyişle, ilerde edinilecek kazançlarla biriktirilecek malvarlığındaki eksilmenin veya güç kaybının karşılığının ödetilmesidir.
Bu tür varsayımsal zarar hesaplarında da “güç kaybı” nedeniyle tazminat söz konusudur. Küçük bir çocuğun bedensel zarara uğrayıp yaşam boyu sakat kalması durumunda, ilerde çalışma yaşamına atıldığında sakatlığı oranında fazla güç harcayacağı görüşüyle, genellikle, onsekiz ile altmış yaş arası bir tazminat hesabı yapılmaktadır. Ancak ne var ki, çocuğun gelecekteki kazanç kayıpları ya da beden gücü kaybının karşılığı olan tazminat tutarları, olay günü ile onsekiz yaş arasındaki yıl süresi kadar iskonto edildiğinden, ortaya çıkan rakamlar yitirilen veya zayıflayan organın (beden gücü kaybının) tam karşılığı olamamaktadır.
Bizce doğru olan, emeklilik çağındaki yaşlı kişilerin sakatlıkları oranında zorlanacak olmaları nedeniyle tazminat hesaplanması gerektiğine ilişkin Yargıtay kararlarındaki gerekçe, kaza sonucu sakat bırakılan çocuklara da uygulanmalı, onların da günlük yaşamlarının sürdürürlerken ve özellikle okula giderlerken sakatlıkları oranında zorlanacakları kabul edilmeli ve bu nedenle tazminat istenebilmelidir.
4- Beden gücündeki eksilmenin günlük işlere etkisi
Daha çok, ayrıca bir işi ve kazancı bulunmayan ev kadınları yönünden söz konusu olan bu uygulamada, ev kadınlarının kendi ev hizmetlerini yaparak aile bütçesinde tasarruf sağladıkları, bunun eksilmesi veya yitirilmesi durumunda bir maddi zarar doğacağı kabul edilmektedir. Burada da, güç kaybı söyleminde olduğu gibi, ev kadınlarının kendi ev işlerini yaparlarken sakatlıkları oranında zorlanacakları ve daha fazla güç (efor) harcayacakları, beden gücündeki bu eksilmenin tazminat ödenmesini gerektireceği görüşü benimsenmiş; bu konuda bir çok kararlar oluşturulmuştur. Bunlardan birinde şöyle denilmiştir:“Davacının, normal yaşama süresince, ev işlerini ve hizmetlerini yürütürken, beden gücündeki eksilme nedeniyle fazla efor sarfetmesi karşılığı olarak maddi tazminat ödetilmesine hak kazandığı kabul edilmelidir.”
Ev kadınları yönünden benimsenen bu zarar hesabının, ileri yaştaki ve emeklilik çağındaki erkekler yönünden de kabul edilmesinin Yeni Medeni Yasa’nın 186/2. ve 196/2. maddelerinin anlam ve amacı ile konuluş nedenlerine uygun olacağını, giderek yeni yasa karşısında böyle bir zorunluluk bulunduğunu savunuyoruz. Artık ev hizmetleri ve aile bireylerinin birbirlerine yardımcı olmaları yönünden yeni yasada kadın-erkek ayrımı ortadan kalkmıştır. Tıpkı ev kadınları gibi, emeklilik çağındaki yaşlı erkekler de ev hizmetleri için koşturacaklar; çarşı-pazar alışverişine gidecekler, bazı ufak tefek ev içi onarımlarını yapacaklar, elektrik, su, doğalgaz, telefon faturalarını ödemeye gidecekler, arabaları varsa ailenin şoförlüğünü yapacaklar, eşleri hastalandığında ona hizmet edeceklerdir. Bütün bu işleri yaparken de, eğer haksız eylem sonucu bedensel zarara uğramışlarsa, sakatlıkları oranında zorlanacak, daha fazla güç (efor) harcayacaklardır. İşte bu nedenlerle emeklilik çağındaki yaşlı erkekler için de tazminat isteminin haklı nedenleri bulunduğu kabul edilmek gerekmektedir.
İleri yaştaki ve emeklilik çağındaki erkeklerin sakat kalmaları durumunda tazminat isteyebileceklerine ilişkin bu görüşlerimizin Yargıtay’ın son kararlarıyla uygulama alanına girdiğini, artık onlar için de, günlük işlerini yaparlarken sakatlıkları oranında zorlanacak olmalarının bir tazminat nedeni kabul edildiğini gözlemlemekteyiz. Buna ilişkin Yargıtay kararlarında: “Davacı beden gücü kaybı nedeniyle pasif dönemde de daha fazla efor sarf ederek yaşamını sürdürecektir. Bu nedenle, pasif dönemin de hesaplamada gözetilmesi gerekir” denilmektedir.
5- Kalıcı izler ve biçim bozukluklarının kazanç kaybına neden olup olmadığı
Haksız eylem ve kaza sonucu yaralanan kişilerde kalıcı sakatlık oluşup oluşmadığının saptanmasında, başta Adli Tıp Kurumu ve Sosyal Sigortalar Kurumu olmak üzere tüm sağlık kurulları Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü (SSİT) eki işgöremezlik çizelgelerinden yararlanmaktadırlar. Bizce bu çizelgeler son derece yetersiz olup, günümüzün koşullarına uygun değildir. Örneğin, görselliğin büyük önem taşıdığı günümüzde yüzde ve bedende kalıcı izler ve biçim bozuklukları (estetik zararlar) için işgöremezlik (işgücü kaybı) derecesi verilmemektedir. Çünkü SSİT. Eki çizelgede estetik zararlar için bir bölüm yoktur. Oysa, 818 sayılı BK.46.maddesinde ve 6098 TBK. 54.maddesi 4.fıkrasında yer alan “ekonomik geleceğin sarsılması” olgusu estetik zararları da kapsamaktadır. Bu konuda Türk Ceza Kanunu daha duyarlıdır. Çünkü, önceki 765 sayılı TCK’nun 456. maddesi 2. ve 3. fıkraları ile yeni 5237 sayılı TCK. 87 ve 89. maddelerinde bu konuda uzun süreli hapis cezalarına yer verilmiştir.
Yüzde veya bedende kalıcı izler için maddi tazminat (kazanç kaybı) yolunu açmayan ve bu tür bedensel zararlar için “işgöremezlik oranı” belirlemeyen uygulama, “makine-insan” anlayışının bir ürünüdür. Bu anlayışa göre, boyası dökülen ve ötesi berisi paslanmış olan “makine” eğer çalışır durumdaysa ve kazanç elde ediyorsa, bir zarar yok demektir. Oysa, bugün tüm iş alanlarında güzel, bakımlı ve gösterişli insanlar daha kolay iş bulmakta, yaptıkları işlerde daha çok ilgi görmekte ve daha fazla başarı elde etmektedirler. Bu nedenlerle, kalıcı izler ve biçim bozuklukları için (tedavi ve ameliyat giderleri dışında) maddi tazminat verilmemesi, üzerinde durulup düşünülmesi gereken önemli bir konudur. İşgöremezlik çizelgelerinin çağın gereklerine uygun biçimde yenilenmesi zorunlu olmakla birlikte, buna bağlı kalınmayıp, uzman bilirkişi kurulları aracılığı ile yüz ve bedendeki (estetik) bozuklukların kişilerin çalışma yaşamını ve kazançlarını ne ölçüde etkilediği saptanmalı ve buna göre bir sonuca varılmalıdır.
III-TEDAVİ VE İYİLEŞME GİDERLERİ
1- Tanım ve kapsam
Haksız eylem veya kaza sonucu yaralanan kişi, tümüyle iyileşip eski sağlığına kavuşuncaya kadar yaptığı ve ilerde yapacağı tüm masraflarını isteyebilir. Bunun tıbbi tedavi ile sınırlı bölümüne “tedavi giderleri” ve eski sağlığına kavuşup yeniden çalışmaya ve günlük işlerini sürdürebilecek duruma gelinceye kadar yaptığı ve yapacağı tüm masraflara “iyileşme giderleri” denilmektedir.
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 46.maddesi 1.fıkrasında, zarar görene, kapsamını belirtmeksizin “bütün masraflarını” isteme hakkı tanınmıştır. 6098 sayılı yeni TBK. 54.maddesinde bir tanımlama yapılmaksızın kısaca “tedavi giderleri” denilmekle yetinilmiş ise de, maddenin yorumu bugüne kadar oluşturulan Yargıtay kararlarında açıklandığı gibi olacaktır. Buna göre, bütün masraflar kapsamına, zarar görenin, beden bütünlüğünü eski haline getirmeye, yani iyileşmeyi sağlamaya veya hastalık ya da sakatlığın artmasını önlemeye yönelik harcamak durumunda olduğu ve ilerde harcaması olası bütün masraflar girecektir.
Yargıtay’ın artık yerleşik hale gelmiş kararlarında açıklandığı üzere, yaralanan kişi, olay gününden başlayarak tümüyle iyileşip yeniden çalışmaya ve günlük işlerini sürdürebilecek duruma gelinceye kadar yaptığı tüm tedavi ve iyileşme giderlerini zarar sorumlularından isteyebilecektir. Bunun için masrafların dava ve hatta hüküm gününe kadar yapılmış olması koşul değildir; gelecekte yapılması olası tedavi ve iyileşme harcamalarını da isteyebilir. Örneğin, tıbbi tedavi sonrasında, belli bir süre veya yaşam boyu bazı ilâçları kullanmayı ve bazı sağlık önlemleri almayı sürdürecekse ya da ilerde bir veya birkaç kez daha ameliyat olması gerekiyorsa, gelecekte yapacağı tüm masrafları da hesaplatıp hüküm altına aldırabilecektir. Çünkü tedavi ve iyileşme giderlerinin istenebilmesi için harcama yapılmış olması koşul olmayıp, gelecekte yapılacak masraflar da zarar kapsamındadır.
Gene Yargıtay’ın yerleşik kararlarına göre, tedavi ve iyileşme için yapılan masrafların dışında, kişinin iyileşmesi için ilerde yapılması zorunlu tedaviler ve henüz yapılmayan ameliyat masrafları, yaşam boyu kullanılacak ilâçlar, protez ve benzeri aygıtlar için yapılacak masraflar “gerçekleşmiş zarar” olarak nitelenmekte, uzman bilirkişi aracılığıyla bütün bunların hesaplatılıp hüküm altına alınması öngörülmekte; harcama yapılmadan da tedavi gideri istenebileceği kabul edilmektedir.
Bütün bunların dışında, geçirilen kaza ve yaralanma, kişinin bir başka hastalığını tetiklemişse, örneğin kalp krizi geçirmesine, şeker düzeyinin artmasına, tansiyon yükselmesine, hemofili (kan durmazlığı) hastasının kan kaybının durdurulmasında güçlük çekilmesine neden olmuşsa, hastalığın normal seyri ve normal tedavisi dışında, kaza ile ilişkilendirilmek koşuluyla, fazladan yapılan tedavi masraflarının da istenebileceği, gerek öğretide ve gerekse Yargıtay kararlarında kabul edilmektedir. Bu konuda bir Yargıtay kararında “Yaralanma hafif olmasına karşın, başka bir hastalığın artmasına neden olmuşsa, haksız eylem sorumluları, belli bir oranda tazminat ödemekle yükümlü olurlar” denilmiştir.
2- Masraf türleri
818 sayılı BK.46/1.maddesindeki “bütün masraflar” deyiminin bilim çevrelerince yapılan geniş yorumuna ve Yargıtay kararlarında yer alan somut örneklere dayanarak, tedavi ve iyileşme giderlerini şöyle bölümlendirebiliriz :
a) Doğrudan tedavi giderleri
Hastane, klinik, sağlık yurdu dispanser gibi hasta bakım yerlerine ödenen paralar; hekim, hemşire, hastabakıcı, iğneci, pansumancı fizyoterapist, psikoterapist gibi tedavi edenlere ve yardımcılarına ödenen ücretler; ilaç, serum, kan, iğne ve çeşitli tahlil giderleri; röntgen, ultrason, tomografi gibi görüntüleme aygıtları ile, elektro ve benzeri denetleme aygıtlarına ve diyaliz makinesine ödenen paralar; her türlü ameliyat, yoğun bakım, ambulans ve ilkyardım giderleri; ortopedik aygıtlar, protez, takma organ bedelleri ve bunların yenilenmesi için yapılan harcamalar; tekerlekli sandalye, havalı yatak, koltuk değneği , baston gibi kullanılması zorunlu nesnelere ödenen paralar ve benzerleridir.
b) Tedavi sırasında yapılan zorunlu harcamalar
Refakatçi, özel bakıcı ve özel beslenme giderleri; hastanın ve yakınlarının hastanelere, sağlık kurumlarına,doktor muayenehanelerine, fizik tedavi yerlerine gidip gelme yol giderleri; hastanın başka bir şehirde veya yurt dışında tedavisi gerekiyorsa, kendisinin ve yakınlarının otomobil, otobüs, tren uçak gibi taşıt ve her türlü yol giderleri; tedavi için gidilen yerde hastanın ve yakınlarının otel, lokanta, ulaşım gibi barınma ve beslenme giderleri; hekimlerce gerekli görülmesi durumunda kaplıca, ılıca, dağ veya deniz kıyısı gibi hava değişim yerlerine ödenen paralar.
c) Tedavi sonrasında yapılması zorunlu dolaylı harcamalar
Hastaneden taburcu olduktan sonra bir süre evde bakılması gerekiyorsa buna ilişkin bakıcı veya yardımcı giderleri, bir süre özel beslenme gerekiyorsa buna ilişkin masraflar, tedavisi sonuçlanmasına karşın, bir süre toplu taşıma araçlarına binemeyecekse veya kendi otomobilini kullanamayacaksa, işe gidiş geliş taksi ücretlerinden, toplu taşıma ücretlerinin veya kendi aracının benzin paralarının indiriminden sonra aradaki farktan oluşan harcamalar.
d) İlerde yapılacak tedavi masrafları
İlerde yapılması zorunlu tedaviler ve henüz yapılmayan ameliyat masrafları, yaşam boyu kullanılacak ilâçlar, protez ve benzeri aygıtlar için yapılacak masraflar “gerçekleşmiş zarar” olarak nitelenmekte, uzman bilirkişi aracılığıyla bütün bunların hesaplatılıp hüküm altına alınması öngörülmekte; harcama yapılmadan da tedavi gideri istenebileceği kabul edilmektedir.
3- Tedavi giderlerinin kanıtlanması
Haksız eylem veya kaza sonucu yaralanan bir kimsenin, olay sırasında ve onu izleyen günlerde can kaygısından başka bir düşüncesi olamayacağından, ondan ve yakınlarından yaptıkları masraflar için fatura toplamaları beklenmemelidir. Yaralanan kişinin, olay yerinden alınıp ambulansla veya taksiyle hastaneye getirilmesinden başlayarak taşıt ücretleri, ilk yardım, ilaç .serum, kan, iğne, tahlil, röntgen bedelleri için belge toplaması, olayın etkisi, çektiği acı ve can korkusu içerisinde pek akla gelmemektedir. Yaralanan kişinin yakınları da korku, üzüntü, şaşkınlık ve ne yaptıklarını bilmeyen bir ruhsal kargaşa içerisinde hastaneye ve hekime koşturmaktalar iken, ya da ameliyat öncesi ve sonrası kaygılı bekleyişin üzüntülerini ve sıkıntılarını yaşadıkları sırada, yaptıkları harcamaların çoğunu belgeye bağlamak zaman, fırsat ve olanağını bulamamaktadırlar; bulsalar bile, bilinen nedenlerle, fatura veya makbuz elde etmeleri çoğu kez zor olmaktadır.
Ülkemiz koşullarında fatura ,makbuz ve benzeri belgeleri elde edebilmenin zorlukları herkesçe bilinen bir gerçektir. Pek çok alanda olduğu gibi, sağlık kesiminde de kayıt dışı kazançlardan söz etmek olasıdır. Bunun başlıca nedeni, vergilendirmedeki adaletsiz ve tutarsız uygulamalar ve vergi politikalarındaki yanlışlıklardır. Bu yüzden, kişiler belge vermekten, makbuz ve fatura düzenlemekten kaçınmaktadırlar. Kamu düzeni ile ilgili bu yanlış uygulamalardan, haksız eylemden zarar görenlerin etkilenmemesi gerektiği görüşü, Yargıtay kararlarına yansımış; harcama belgesi (makbuz, fatura) aranmaksızın, tedavi (iyileştirme) giderleri için kanıtlama kolaylıkları getirilmiştir.
Bütün bu durumları ve yaşam gerçeklerini iyi gözlemleyen Yargıtay’ımız, uzun yıllara yayılan ve tutarlı bir biçimde sürdürülen kararlarında, haksız eylemden zarar görenleri koruyup kollayıcı ilkeler geliştirmiş; kararlarda tedavi ve iyileştirme giderlerinin zarar sorumlularından kolayca alınabilmesinin yolları gösterilmiş; harcamaların belgeye bağlanamaması, kanıtlamada zorluklarla karşılaşılması durumunda, yargıcın, B.K.m.42/2 gereği zararı ve kapsamını doğrudan araştırmakla ve hüküm altına almakla yükümlü olacağı kuralına açıklık getirilmiş; bilirkişi incelemesinin nasıl yapılacağı ve hangi uzmanlardan yararlanılacağı konularında dahi ayrıntılı açıklamalar yapılmıştır
Tedavi giderlerinin araştırılması, kanıtlanması ve değerlendirilmesine ilişkin Yargıtay’ca benimsenen ilkeleri şu başlıklar altında toplayabiliriz:
a) Tedavi giderlerinin belgeye bağlanması koşul değildir.
b) Tedavi giderleri her biçimde, her yola başvurularak kanıtlanabilir.
c) Tedavi giderleri tarifelerle sınırlı değildir.
d) Özel hastanelere ödenen tedavi giderleri, resmi tarifelerle sınırlandırılamaz.
e) Tedavi giderlerinin resmi bir kurum tarafından ödenmesi, ek zararın istenmesine engel değildir.
f) İlerde yapılacak tedavi giderlerinin hesaplatılıp hüküm altına alınması istenebilir.
g) Yargıç, 818 sayılı BK.42/2.maddesi ve 6098 sayılı TBK.50/2.maddesi çerçevesinde zararın kapsamını doğrudan araştırmakla yükümlüdür.
h) Hiçbir belge sunulmasa bile, yargıç, görevlendireceği uzman bilirkişilere tedavi ve tüm iyileşme giderlerini hesaplatmakla ve hüküm altına almakla yükümlüdür.
Aşağıda, Yargıtay kararlarından örneklerle, bu ilkelerin kısa açıklamaları yapılacaktır.
a) Tedavi giderlerinin belgeye bağlanması koşul değildir
Kişinin haksız eylemden zarar gördüğünün ve bedensel zarara uğradığının kanıtlanması yeterli olup, ayrıca tedavi giderleri için fatura ve makbuz gibi belgeler bulup getirmesi koşul değildir.818 sayılı B.K.42.maddesi 1.fıkrasına (6098 sayılı TBK.50.maddesi 1.fıkrasına) göre, zararın gerçek tutarının kanıtlanamaması durumunda, yargıç, 2.fıkra gereği bedensel zararın özelliğine, uygulanan tedavinin şekline ve iyileşme süresine göre zararı ve kapsamını doğrudan araştırmakla ve uzman bilirkişi aracılığı ile tutarını hesaplatmakla yükümlüdür.
Karar örnekleri:
Davacı, tedavi giderleri için belge ibraz etmese bile, uğradığı cismani zararın nitelik ve içeriğine göre (...) tedavi giderleri araştırılıp saptanmalıdır.
19.HD.18.10.1993 , 11827 - 6752
Tedavi giderleri için belge ibraz edilemeyen hallerde, yaraların tedavisi bakımından ne miktar bir gider yapılması gerektiği konusunda bilirkişi raporu alınmalı ve gerektiğinde B.K.nun 42.nci maddesi gözetilmelidir.
4.HD.30.5.1996, 4332 - 4798
Davacının iyileştirme giderleri için belge vermemiş olması, tutar ve kapsamının araştırılmasına engel değildir. Öyle ki, iyileştirme giderlerinin yapılmasında zorunluk olduğu olayların normal akışına ve görgülerine uygun düşünüyorsa, yaralanmanın niteliği, iyileşme süresi, davacının sosyal ve ekonomik durumu gözönünde bulundurulup, böyle bir yaralanmaya bağlı olarak davacının iyileşmesini sağlayacak “tıbbi tedavi”nin gerektirdiği giderlerin tutar ve kapsamının bu işlerden anlayan uzman bilirkişi eliyle saptanması gerekir.
15.HD.21.4.1975, 2093 - 2228
Bedensel zarar durumunda tedavi giderlerinin mutlaka belgelendirilmesi zorunlu değildir. Bu giderlerle ilgili iddia kanıtlanamasa bile, yaralanmanın derecesi ve doktor raporları ile hastane kayıtları incelenerek, yaralanma nedeniyle yapılması zorunlu tedavi giderlerinin ne kadar olabileceği konusunda hekim bilirkişiden görüş alınmalıdır. Buna karşın zararın miktarı tam olarak belirlenemezse, BK. 42/2. maddesi gereğince, yargıç tarafından somut olayın özelliği ve kapsamı da gözetilerek tedavi gideri yönünden uygun bir tazminata hükmedilecektir. Yerel mahkemece bu yönler gözetilmeden tedavi giderine ilişkin dava bölümünün reddedilmesi bozma nedenidir.
4.HD.11.02.2002, 2001/10735-2002/1543
Tedavi için davacıların yaptığı giderlerin davalı tarafından karşılanması gerekir. Ancak yerel mahkeme bu hususta yeterli belge ve kanıt sunulmadığından davacıların bu yoldaki istemlerini reddetmiştir. Oysa BK.42/2. maddesi hükmünce yargıç, halin olağan cereyanına ve zarar gören tarafın aldığı önlemlere göre uygun bir tazminat takdir etmek zorundadır. Tedavi giderlerinin kanıtlanamadığı nedeniyle davanın reddi usul ve yasaya aykırıdır. 4.HD.21.09.1999, 5378-7375
Davacı, olay nedeniyle yaptığı tedavi harcamalarının ödetilmesini istemiş, mahkemece, bu konudaki istemin belge ile ispatlanamadığı gerekçesiyle istek reddedilmiştir. Dosya içerisindeki delillerden davacının tedavi olmasını gerektirecek şekilde yaralandığı tartışmasızdır. Tedavi konusunda belge sunulmamış olmasına rağmen, bilirkişi görüşüne başvurularak tedavi giderleri belirlenebileceği gibi BK.nun 42. maddesi gözetilerek uygun bir miktar tazminata hükmedilebilir.
4.HD.20.02.1997, 1966/11919-1997/912
Davalının haksız eylemi sonucu davacının ön dişi kırılmıştır. Davacı, dişinin muayenesi ve protezi için davalıdan maddi tazminat alınmasını istemiştir. Mahkemece, bu yönden henüz bir masraf yapılmadığı ve “masraf belgesi” bulunmadığı gerekçesiyle istek reddedilmiştir. Oysa zarar, kişinin isteği dışında oluşan eksikliktir. Eksilmenin giderilmesi bir harcamayı gerektirecek nitelikte bulunduğu zaman maddi zarar oluşmuş olur; harcamanın yapılmış bulunması koşulu yoktur. Somut olayda, diş tedavisi için bir harcama yapılması gerektiği benimsendiğine göre zarar oluşmuştur. Öyleyse ödetme kararı verilmelidir.
4.HD. 02.10.1986, 6103-6707
Belgelenemeyen tedavi giderlerine de hükmedilebilir.
Davacının istek kalemleri arasında tedavi giderleri de bulunmaktadır. Mahkemece sadece belgeye bağlanmış olan tedavi giderleri için hesaplama yapılıp hüküm altına alınmış, diğer bölümü reddedilmiştir. Ne var ki, somut olaydaki özellik itibariyle tüm tedavi giderlerinin belgelenmesi olanaksızdır. Bu gibi durumlarda yaralanmanın derecesi, iyileşme süresi ve bu yaralanma için gereken tedavinin ne miktar bir giderle yapılabileceği konularında bu işten anlayan uzman bir bilirkişiden düşünce alınmalı, buna karşın zarar belirlenemiyorsa BK.42. maddesi uyarınca hakim, tüm olguları gözeterek bu kalem istek için adalete uygun bir miktarda tazminata hükmetmelidir. Bu yön gözetilmeden sadece belgeye dayalı tedavi giderine hükmedilmesi bozma nedenidir. 4.HD. 01.02.2001, 9793-692
Tedavi giderleri konusunda belge ibraz edilememesi halinde, yapılan giderlerin bilirkişi görüşü alınarak ve takdiren belirlenmesi mümkündür. Yerel mahkemece bu konuda bir araştırma yapılmadan talebin tümden reddedilmesi hatalıdır.
4.HD. 21.11.2005, E.2004/16001 K.2005/12450
b) Tedavi giderleri her biçimde kanıtlanabilir
Tedavi giderleri için fatura ve makbuz gibi kesin harcama belgeleri istenmediğine göre, zararın kanıtlanması için her yola başvurulabilir. Usul yasasındaki biçime bağlı koşullar dışında, kanıtlama olanaklarının sınırsız olduğu durumlarda akla gelebilen her yol denenebilir. Örneğin, tanık dinletilebilir. Tanıklar tedaviyi yapan hekim ile hemşire, hastabakıcı, laborant gibi yardımcılar olabilir. Hastanın yakınları, arkadaşları da dinlenebilir. Hastaneye giriş çıkış kayıtlarından, tahlil raporların, röntgen, ultrason, tomografi çekimlerinden, doktor reçetelerinden yararlanılabilir; bunların üzerinde bir rakam bulunmasa bile tedavinin şeklini ve süresini gösterdikleri için, uzman bilirkişi tarafından yapılacak değerlendirmelerde işe yarayacaktır.Yargıtay kararlarına göre:
Kural olarak, tedavi giderlerinin her tür kanıtla ispatlanması olanaklıdır.
19.HD.18.10.1993, 11827-6752
Tazminat davalarında, tedavi ve bununla ilgili yol giderleri, iş kaybı zararı, ceza dosyasındaki delillerle ve her türlü delille ispat edilebilir. Mahkemece, bilirkişi raporundaki görüş benimsenerek maddi zararın ispat edilemediği gerekçesiyle davanın reddedilmiş olması yasaya aykırıdır. Tedavi giderlerinin bu konuda uzman doktor bilirkişiye tespit ettirilmesi mümkündür. Hakim gerektiğinde B.K. 42.maddesi uyarınca maddi tazminat miktarını takdir edebilir. 4.HD.2.6.1994, 1898-5093
Bu giderlerin ispatlanması için her türlü delile başvurulabilir. Özellikle bu konuda bilirkişi incelemesi yaptırılmak suretiyle de zararın hesabı mümkündür. Mahkemece, davacının gerçekten hangi tür ilaçları ne oranda ve ne kadar süre ile kullanması gerektiği hususunda bu işlerden anlayan bir bilirkişi kuruluna inceleme yaptırılmak suretiyle, ilaçla ilgili giderlerin tutarı ve kapsamı tespit edilmek ve sonucuna göre bir karar verilmek gerekir.
4.HD. 08.07.1980, 6794-9112
Trafik kazasında yaralanan ve bir süre toplu taşıma araçlarına binemeyecek olan davacının yolculuk giderlerinin kanıtlanması için, bindiği taksilerin sürücülerinin tanıklığı ile ispatı zorunlu değildir. Davacının çalıştığı yer ile evinin bulunduğu yer bellidir. İşten kalma süresi geçtikten sonra binebileceği veya kendi arabasını kullanabileceği güne kadar ne kadar yolculuk yapacağı ve bu yolculukta ne miktar taksi ücreti ödeyeceği, ayrıca genel taşıta binmemek veya kendi arabasını kullanmamak suretiyle mahsubu yoluna gidilecek olan tasarruf ettiği miktar, bilirkişi eliyle tespit edilebilir. 4.HD.25.09.1986, 5934-6538
c) Tedavi giderleri tarifelerle sınırlı değildir
Tedavi giderleri tarifelerle sınırlı değildir. Zarar gören kimse bütün giderleri isteyebilir. Bu nedenle tedavi giderleri zararının objektif değil subjektif olarak değerlendirilmesi gerekir.
İnsan sağlığı ve yaşamı gerek kişiler gerekse toplum için önem taşır. Bu nedenledir ki, bugün çağdaş hukuk, insan yaşam ve sağlığını kollama, koruma ve ona saygı duyma yükümlülüğünü kurallaştırmıştır. Medeni Kanun (m.23-24) ve 8/8 sayılı Borçlar Kanunu 45-46-47. maddelerindeki (6098 sayılı TBK.53-54-55-56. maddelerindeki) düzenlemeler bu amaçtan kaynaklanmıştır. Bu nedenle bedensel sakatlıklar ve rahatsızlıklar için yapılan tedavi giderlerinin mala verilen zararlardan ayrı değerlendirilmesi gerekir. Bugün ülkemizde insan sağlığının korunması ve yardım için resmi kurumların yanında özel hastaneler ve doktorlar da görev yapmaktadır. Kişi daha iyi ve özenli bakım için bu tür özel yerlere başvurabilir. Kişinin daha iyi tedavi kurumlarına gitmesi, yalnız kendisi için değil, sorumlunun da yararınadır; çünkü ilgisiz ve özensiz yerlerde yapılacak tedavinin zarar miktarını daha da artırabileceği olasılığı unutulmamalıdır. Bu nedenlerle, mahkemenin, tedavi giderlerini resmi kurum tarifeleri ile sınırlı olarak değerlendiren bilirkişi raporunu benimseyerek hüküm kurması usul ve yasaya aykırıdır.
(4. HD.30.3.1985, 604-2504)
Davacı özel sağlık kurumunda yatmak suretiyle tedavi gördüğü için, bu kuruma ödenen giderler istenmiş; ancak yerel mahkeme, devlet sağlık kurumlarında uygulanan ücret tarifesine göre hüküm kurmuştur.Yaşam hakkı kişinin vazgeçilmez en önemli haklarındandır. Ağır yaralanma nedeniyle kişinin sosyal durumuna uygun özel bir sağlık kuruluşunda tedavi görmesini olağan karşılamak gerekir. Hayati tehlike geçiren bir kişinin mutlak surette devlet sağlık kurumlarında tedavi görmeye zorlanması, onun yaşam hakkının sınırlandırılması ve bu konuda seçim yapmasını engellemek sonucunu doğurur. Bu nedenlerle, davacının tedavi gördüğü özel sağlık kurumunca düzenlenen ödeme belgelerine göre hüküm kurulması gerekir. Davacının davalıyı zararlandırma kastıyla, kötü niyetle özel sağlık kurumunda tedavi gördüğü iddia ve ispat edilmemiştir. Yapılan tedavi giderleri yönünden BK.44 ve 43. maddelerinin uygulanmasını gerektiren bir yön yoktur. Yerel mahkemenin, devlet sağlık kurumlarında uygulanan ücret tarifesine göre karar vermesi bozma nedenidir.
HGK.29.09.1999, 1994/4-619 E. 1999/737 K.
Davacı sigortalının, ani ve yaşamsal tehlike nedeniyle, özel bir sağlık kuruluşunda tedavi edilmesi durumunda, davalı S.S.Kurumu, özel sağlık kuruluşuna ödenen tedavi giderlerinin tamamından sorumlu olur. Dava, davacı sigortalının hastalığı nedeniyle özel sağlık kuruluşlarında yaptırdığı tedavi giderlerinin faizi ile birlikte Kurum’dan tahsili istemine ilişkindir. Davacının ani, acil ve hayati tehlike arz eden hastalığı nedeniyle Kurum sağlık kuruluşları dışında özel sağlık tesislerinde tedavi görmesi, Kurumun sağlık hizmetlerini gereğince ve özenle yerine getirmemesi sonucudur. Bu durum karşısında davalı Kurum, davacı sigortalının özel sağlık tesisinde yaptırdığı tedavi masraflarından sorumludur. Kurumun sevki olmadan, Kurum hastanesi dışında tedavisi mümkün bir hastalıktan özel sağlık tesisinde tedavi yaptırılması halinde, yapılan giderlerin Kurumca ödeneceğine dair hüküm bulunmadığı ileri sürülemez. (İlgili mevzuat : 5065 K. madde 32,33,34 )
10.HD. 17.10.2000, 6072-6339
İvedi durumlarda, başka sağlık kuruluşunda tedavi görmüş olanların masrafları, raporla belgelenmek koşuluyla, tedaviyi yapan sağlık kuruluşunun normal ücret tarifesi üzerinden S.S. Kurumu tarafından ödenmek zorundadır.Somut olayda, hastalığın aniden ortaya çıktığı, S.S.Kurumu hastanesinin uzaklığı nedeniyle hastanın oraya götürülmesi durumunda yaşamsal tehlikeye uğrayabileceği; bu yüzden Tıp Fakültesi Hastanesine götürülmek zorunda kalındığı ileri sürülmüştür. İnsan yaşamının kutsallığı ilkesi gereği olarak, ivedilik söz konusu ise hastanın en yakın hastaneye başvurma hakkına sahip olduğu gerçeği kabul edilmelidir. Nitekim Sosyal Sigorta İşlemleri Tüzüğü’nün 57. maddesi hükmü buna olanak sağlamakta, sağlık yardımlarından yararlanma koşullarını taşıyanların ani ve acil hastalığı nedeniyle Kuruma ait Sağlık Kuruluşları dışında başka bir sağlık kuruluşuna yatırılabilecekleri öngörülmektedir. Aynı maddenin ikinci fıkrasına göre, resmi sağlık kurumlarında özel surette tedavi görmüş olanların masrafları, raporla belgelenmek koşuluyla, o sağlık kuruluşunun normal ücret tarifesi üzerinden Kurum tarafından ödenmek zorundadır.
10.HD.11.09.2001, 4972-5582
d) Tedavi giderlerinin resmi bir kurum tarafından ödenmiş olması, ek zararın istenmesine engel değildir
Tedavi giderlerinin sosyal güvenlik kurumlarından biri tarafından (T.C. Emekli Sandığı, SSK., Bağ-Kur) ödenmiş olması veya kişinin devlet ve üniversite hastanelerinde ücretsiz tedavi görmesi, fazladan yapılması olası (belgeli-belgesiz) bir takım ek harcamaların tazminat sorumlularından istenmesine engel değildir.Bağ-Kur tarafından yapılan ödemelerin dışında bir harcama yapılıp yapılmadığı, bunlara gereksinim olup olmadığı, hastane dışı alınan ilaçların neler olduğu, ne miktar yol masrafı yapıldığı araştırılıp, bu giderlerin bilirkişilerce incelenmesi ve değerlendirilmesi gerekir.
19.HD. 02.10.1995, 901-7750
Ek harcamalar şunlar olabilir :
1)Hastanın ve yakınlarının yol giderleri,
2)Hastane dışından alınan ilaç bedelleri,
3)Döner sermayeye veya yardım vakfına ödetilen paralar,
4)Tedavi görülen hastanede yapılamayan ve hasta yakınları tarafından ivedi yerine getirilen bir takım tahliller için ödenen ücretler,
5)Başka bir şehirden gelen (ana,baba, eş, çocuk gibi) hasta yakınlarının yol, barınma ve beslenme giderleri,
6)Bir yaşam gerçeği olarak bahşişler.
Bunların dışında, kurumların tedavi yönetmeliklerinde yer almayan bazı tedavi giderlerinin hastaya veya yakınlarına ödetildiği bilinmektedir.
Ek harcamaların çoğunun belgelenmesi olanaksızdır. Bunun sorun yaratmadığını, Yargıtay’ın yerleşik kararlarına göre, tedavi giderlerinin belgelenmesinin koşul olmadığını ve her biçimde kanıtlanabileceğini yukarda çok sayıda karar örnekleriyle açıklamıştık. BK.42. maddesindeki düzenlemeyle de, yeterli kanıt gösterilememesi durumunda, yargıcın zararı ve kapsamını doğrudan araştırma yükümlülüğü getirilmiş; araştırmanın nasıl yapılacağı konusunda, Yargıtay kararlarında, uzman bilirkişiden görüş alınması öngörülmüştür. Buna göre, davacının bildirdiği ek harcamalar bilirkişi tarafından değerlendirilecek ve olağan bulunanlar hüküm altına alınıp tazminat sorumlularından istenebilecektir.
e) Sosyal Güvenlik Kurumlarınca karşılanmayan “fark giderler” istenebilir
Bir Yargıtay kararında değinildiği üzere, resmi kurumlarda tedavi hakkını kullanmak istemeyen ve özel sağlık kuruluşlarında kendini daha güvencede gören kişinin sosyal durumuna uygun özel bir sağlık kuruluşunda tedavi görmesini olağan karşılamak gerekir. Yaşamsal tehlike geçiren ve ivedi hastaneye kaldırılan kişinin mutlak surette devlet sağlık kurumlarında tedavi görmeye zorlanması, onun yaşam hakkının sınırlandırılması ve bu konuda seçim yapma hakkının engellenmesi sonucunu doğurur.
Genellikle, yaşamsal tehlikenin söz konusu olduğu ani ve ivedi durumlarda, sigortalı kişi, bağlı bulunduğu sosyal güvenlik kurumunun hastaneleri yerine, en yakın ve en güvenli resmi veya özel bir hastaneye götürülmekte ve orada tedavi edilmektedir. Bu gibi durumlarda, eğer, ani ve yaşamsal tehlikenin varlığı kabul olunursa, ilgili sosyal güvenlik kurumu tedavi giderlerinin tamamını ödemekte, yok eğer “yaşamsal tehlike ve ivedilik” durumu kabul olunmazsa, o zaman, tedavi, Kurum hastanelerinde yapılmış olsaydı kaça mal olacak idiyse, o kadar miktar sigortalıya ödenmekte; aradaki fark için tazminat sorumlularına başvurmak ve onlara karşı dava açmak gerekmektedir.
Bu konuda Yargıtay kararlarından örnekler şöyledir :
Ani ve ivedi hastalık savıyla Kurum dışında başka bir sağlık kuruluşunda tedavi görenlerin masrafları, raporla belgelenmek ve Kurumca kabul olunmak koşuluyla, tedaviyi yapan sağlık kuruluşunun normal ücret tarifesi üzerinden Kurum tarafından ödenmek zorundadır. Ancak, ani ve ivedi hastalık savının Kurumca kabul edilmemesi durumunda, tedavi, Sosyal Sigortalar Kurumu Hastanesinde yapılsaydı kaça mal olacak idiyse, o kadar miktarın Kurum’dan tahsiline karar verilmek gerekir.
10.HD.11.09.2001, 4972-5582
Kamu kurumunda çalışan davacının sosyal güvenlik sistemince karşılanmamış olan bir zararı varsa, bu konuda göstereceği delillerin toplanmasından sonra, gerekirse bilirkişi görüşüne başvurularak varılacak uygun sonuca göre bir karar verilmelidir. Bu yolla bir sonuca ulaşılamaması halinde, B.K.42 maddesinin tanıdığı yetkiye dayanılarak doğrudan bir miktar belirlenip ona göre karar verilmelidir.
4.HD.10.04.2000, 1115-3259
f) Özel hastanelerin faturaları, tedavinin zorunlu kıldığı sınırları aşmamalıdır
Haksız eylemden zarar gören kişilerin, daha iyi ve özenli bakılacakları inancı ile devlet hastaneleri yerine özel hastaneleri yeğlemeleri Yargıtay’ca haklı görülmekte; “resmi kurumlara ait hastanelerin kamuoyuna mal olmuş bilinen davranış ve tutumlarının haklı olarak özel tedavi kurumlarına ilgiyi artırdığı” görüşüne yer verilerek “insanın hukuki kişiliğine dahil ve kendisinin dahi asla vazgeçemeyeceği yaşamı ve sağlığını korumak için, kendine göre daha özenli, daha güçlü ilgi gördüğü yer ve ellerde tedavi görmesi tazminat isteğinde bir indirim nedeni olmamalıdır. Kişinin daha iyi tedavi kurumlarına gitmesi yalnız kendisi için değil sorumlunun da yararınadır; çünkü ilgisiz ve özensiz yerlerde yapılacak bir tedavinin zararı daha da artırabileceği ihtimali unutulmamalıdır”denilmektedir.
4.HD.30.03.1985, 604-2504
Bu karardan ondört yıl sonra verilen benzer bir kararda da “özel sağlık kurumunda tedavi gören davacının yaptığı harcamaların, yerel mahkemece devlet sağlık kurumlarınca uygulanan ücret tarifesine göre değerlendirilmesi” doğru bulunmamış; “davacının tedavi gördüğü özel sağlık kurumunca düzenlenen sarf belgesine göre hüküm kurulması gerektiği” görüşüyle karar bozulmuştur.
4.HD.15.10.1998, 4109-7796
(Direnme üzerine HGK.29.09.1999, E. 4-619 K. 737 )
Bu sonuncu kararlara “karşı oy” yazan üyelerin görüşleri üzerinde durup düşünülmesi gerekmektedir. Çünkü, sayıları her geçen gün artan özel hastanelerin faturaları üzerinde yaptığımız inceleme ve araştırmalar sonucu, özel hastane ücretlerinin “ticari” boyutlarının gittikçe artmakta olduğunu ve abartılı rakamlara yer verildiğini gözlemlemiş bulunuyoruz. Ne yazık ki, Sağlık Bakanlığı bu konuda denetim işlevini yerine getirmemekte, bir sınır konulması yönünde girişimde bulunmamaktadır.
Karşı oy yazan üyelerden biri “Mahkemece yaptırılan bilirkişi incelemesinde, özel sağlık kuruluşunda yapılan tedavi masrafı ile bu tedavinin üniversite hastanesi gibi bir hastanede yapılması halinde, yapılacak masraf arasında on mislinin üzerinde fark olduğunu” saptamıştır.
Hukuk Genel Kurulu kararına eklenen ve daha ayrıntılı olan karşıoy yazısında ise “Tedavi giderleri zarar görenin malvarlığında bir eksilmedir. Zarar veren bunu gidermelidir. Ancak bu giderlerin karara yansıtılması adaletsiz bir durum yaratıyorsa, yargıç, takdir yetkisini kullanır. Bunu yaparken objektif durumları gözönünde bulundurur. Somut olayda yargıç, özel sağlık kurumundaki tedavi giderlerini aşırı bulmuş, Tıp Fakültesi değerlerini ölçüt almıştır. Alınan ölçütün doğru olup olmadığı tartışılabilir. Bu tartışma yapılmadan lüks bir hastane olduğu bilinen özel kuruluşun sarf değerleri hükme esas alınamaz. Yabancı öğretide lüks masraflar red edilmektedir. Somut olayda tıp fakültesinde yapılacak tedavi masrafları objektif ölçüttür. Bu nedenle yerel mahkeme kararı doğrudur.” demiştir.
Karşıoy yazıları ile uyumlu bir Yargıtay kararında “Tedavi giderleri, lüks özel sağlık giderleri değil, hal ve mevkiin gereğine uygun giderler olmalıdır”denilmiştir.
19.HD. 22.10.1993, 11522-6888
Gerek bu karardaki ve gerekse karşı oy yazılarındaki görüş ve uyarıları haklı bulmakla birlikte, çözüm önerilerine katılmıyoruz. Bizce, hakkaniyet ölçüsü zarar görenin sırtına vurulmamalıdır. Zarar gören kişi, bedensel zarara uğrayan ve can kaygısıyla güvenli bulduğu yerde tedavi olmak isteyen kişidir; onu, can kaygısından dolayı haklı bulmak gerekir. Buna karşılık özel hastanelerin şişkin ve abartılı faturaları karşısında, tazminat sorumlularını da korumak ve kollamak gerekmektedir. O halde ne yapılacaktır?
Bizce yapılması gereken, zarar görenin ödemek zorunda kaldığı faturayı aynen hüküm altına almak ve bu faturayı ödeyen tazminat sorumlularına “dönme hakkı” tanımaktır.
g) İlerde yapılması zorunlu tedavi giderleri “gerçekleşmiş zarar” niteliğinde olup, uzman bilirkişiye hesaplatılarak hüküm altına alınmalıdır
Kural olarak, ilerde yapılması zorunlu tedavi giderlerinin önceden istenmesi olanaklıdır. Ne uygulamada ve ne de öğretide aksine bir görüş bulunmamaktadır. Yeter ki tedavi zorunlu olsun. Bu gibi durumlarda asıl olan beden bütünlüğünde bir zararın gerçekleşmiş olmasıdır. Kişiyi sağlık açısından eski durumuna getirecek giderlerin istenmesi için, bu yolda harcama yapılmış olması koşulu aranmaz; beden bütünlüğünde oluşan eksiklik veya bozukluk zarar kavramı için yeterlidir. Kaldı ki, beden bütünlüğündeki bozuklukların giderilmesi girişimi zarar veren yararınadır. Çünkü,zarar gören, bu yolda yapılacak tedavilere katlanmaya razı olmakla, zarar verenin tazminat ödeme yükümlülüğünü azaltabilecektir.
4.HD.26.05.1986, 3535-4223
İlerde yapılmasında zorunluk bulunan ameliyat giderleri “gerçekleşmiş zarar” niteliğindedir. Bu giderlerin, ameliyat yapıldıktan sonra isteneceği şeklindeki görüş BK.46/1. maddesine aykırıdır. Yapılacak iş, ameliyat giderleri davacıya açıklattırılıp, bilirkişi aracılığı ile gerçek tutarı tespit ettirilmeli ve bulunacak gerçek giderin davalıdan alınmasına karar verilmelidir. 4.HD. 14.07.1967, 7693
Davacının yüzündeki değişikliğin, çirkinliğin düzeltilmesi için yapılması gerekli estetik ya da benzeri ameliyatlara ilişkin giderler ”gerçekleşmiş” zarar niteliğindedir. O halde, bu giderlerin ancak yapılmasından sonra istenebileceği şeklindeki görüş yasaya aykırıdır.
4.HD.27.03.1979, 1978/13013-1979/4136
h) Yaşam boyu kullanılacak ilaç giderleri istenebilir
Zarara uğrayan, yitirdiği sağlığını ve çalışma gücünü tekrar kazanmak için katlanmak zorunda kaldığı ya da kalacağı bütün giderleri isteyebilir. Çünkü BK.46. maddesindeki “bütün masraflar” deyimi çok kapsamlıdır. Bu masraflar kapsamına, zarara uğrayanın dava tarihine kadar yapmış olduğu ve dava tarihinden ölünceye kadar yapması gereken tüm giderler de girer. Hatta mağdurun yapmış olduğu ya da yapması gereken bu giderlerin zorunlu olması da şart değildir. İyileşme olanağı olmasa dahi yine bu giderler istenebilir. Mahkemece yapılacak iş, bilirkişi incelemesi yaptırılarak, davacının yaşam boyu katlanması gereken hijyenik ve ortopedik tedavisi için gerekli giderlerin tespiti ile sonucuna göre bir karar vermektir.
4.HD.21.02.1980, 1979/2840-1980/2233 (YKD.1981/4-430)
i) Harcama yapılmadan da tedavi gideri istenebilir.
Davalının haksız eylemi sonucu davacının ön dişinin kırıldığı ve diş tedavisi için bir harcama yapılması gerektiği saptanmasına göre, mahkemece, henüz bir harcama yapılmadığı ve masraf belgesi bulunmadığı gerekçesi ile davanın reddedilmesi doğru olmayıp, oluşan zararın ödetilmesine karar verilmelidir.
4.HD.02.10.1986, 6103-6707 (Yasa HD. 1987/3-391, no:151)
ı) Tedavinin sürmekte oluşu ve ilerde de süreceğinin anlaşılması durumunda, yapılmış ve yapılacak tüm tedavi harcamaları uzman bilirkişiye hesaplatılıp hüküm altına alınmalıdır.
Davacılar birlikte seyahat ettikleri sırada sekiz aylık oğullarının çok ağır bir şekilde yaralandığı, hastanede iki aylık tedavisi sırasında iki defa ameliyat edilmesine rağmen iyileşemediği, üç-dört yıl sonra yeniden ameliyatının gerektiği (dosyadaki belgelerden ve fotoğraflardan) anlaşılmaktadır.
Mahkemece görüşüne başvurulan adli tabip bilirkişi, verdiği raporlarda, yaralananın çocuk olması nedeniyle sürekli bakıma muhtaç olduğunu, iyileşmesinin bir yılın üzerine çıkabileceğini ve oldukça masraflı bir tedaviyi gerektirebileceğini vurguladıktan sonra, bakiye ve karşılanmayan tedavi giderleri bulunduğunu ve bunların yerinde ve olaya uygun istekler olduğunu raporunda belirtmiştir.
Haksız eylemde zararı ispat etmek bu zararı ileri sürene düşer ise de, BK.42 maddesine göre, zararın gerçek miktarının ispatı mümkün olmadığı takdirde, hakim, halin olağan gelişimini ve zarara uğrayan tarafın aldığı tedbirleri nazara alarak, onu adalete uygun bir şekilde tayin etmek zorundadır. Mağdurun iki ameliyatla iyileşmemiş olması, üçüncü ameliyata gerek duyulması, bu süre içerisinde yeni ve artan masrafların yapılmasının olağan olması karşısında, davanın ispat edilmediği görüşü ile reddedilmesi isabetsizdir. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
HGK.26.04.1995, E.1995/11-122, K.1995/430 (YKD.1995/10-1520)
IV- YARGICIN ZARARI VE KAPSAMINI
ARAŞTIRMA YÜKÜMLÜLÜĞÜ
1. Genel olarak
Kural olarak, zararı kanıtlamak davacıya düşer. (BK. m.42/1 ve TBK.m.50/1) Ancak, zararın gerçek tutarını kanıtlamak mümkün olmadığı takdirde, yargıç, olayın özelliğini, oluş biçimini ve zarar görenin aldığı önlemleri ve diğer olguları gözeterek, uygun göreceği bir miktar tazminata hükmedebilir. (BK.m.42/2,TBK.m.50/2,MK.m.4)Burada, yargıç bakımından bir yetkinin kullanılmasının ötesinde bir görevin söz konusu olduğu gözönünde tutulmalıdır.
818 sayılı BK. 42/2. maddesiyle (6098 sayılı TBK.50/2.maddesiyle) yargıca tanınan bu yetki ve görev, yargılama hukuku bakımından da 1086 sayılı HMUK 240.maddesinin (yeni 6100 sayılı HMK.198.maddesinin) uygulanmasını ön plana çıkarmaktadır. Zarar görenin yeterli kanıt bulamaması durumunda, HMUK.240.maddesinin (yeni HMK.198.maddesinin) verdiği yetkiyle “delilleri serbestçe değerlendirme” hakkını kullanacak olan yargıç, BK.42/2. maddesinin (TBK.50/2.maddesinin) tanıdığı yetkiyle de “zararı ve kapsamını” adalete uygun bir biçimde belirleme görevini yerine getirecektir.
Ancak yargıç, zararı ve kapsamını doğrudan belirleme noktasına gelinceye kadar bütün olanaklarını denemiş ve yargılamanın tüm aşamalarını tamamlamış bulunmalıdır. Bu aşamalardan ilki davacının yeterli kanıt sunamamış olması, ikincisi yargıcın doğrudan araştırma işlevini yerine getirmesi ve üçüncü aşama bilirkişi incelemesidir. En son, bilirkişi görüşünden kesin bir sonuç alınamaması durumunda yargıç, zararı doğrudan belirleme yetkisini kullanacaktır. Bunun için bilirkişi veya bilirkişiler “gerçek zararın saptanmasının olanaksız olduğu” sonucuna varmış bulunmalıdırlar. Giderek yargıç, ilk görevlendirdiği bilirkişinin raporunu doyurucu bulmazsa, bir ikincisini görevlendirecek ya da üç kişilik bir kurul oluşturacaktır. Bilirkişilerin seçiminde gereken özen gösterilmeli, konunun uzmanları aranıp bulunmalı ve olabildiğince çözüm sağlayıcı bir rapor elde edilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar yerine getirilmeden, istek tutarı üzerinden soyut bir değerlendirme yapılarak, bunun biraz altında bir rakam belirlenip hüküm altına alınması doğru olmasa gerektir.
2- Tedavi giderleri yönünden yargıcın zararı ve kapsamını araştırma görevi
818 sayılı BK.42.ve 6098 sayılı TBK. 50.maddelerindeki genel kural, tedavi giderleri için de geçerlidir. Buna göre, haksız eylemden zarar gören kişiler iyileşmek için yaptıkları tedavi masraflarını belgeleyemiyorlarsa, dahası, haksız eylem sonucu bedensel zarara uğradıkları açıkça belli olmasına karşın, tedavileri ile ilgili yeterli derecede kanıt ortaya koyamıyorlarsa (BK.42/1 ve TBK.50/1), bu gibi durumlarda yargıç, tedavi giderlerinin kanıtlanamadığı gerekçesiyle davayı reddedemeyip, zararı ve kapsamını doğrudan araştırmakla ve hüküm altına almakla yükümlü olacaktır. (BK.42/2 ve TBK.50/2)
3- Yargıcın tedavi giderlerini değerlendirmesi ile ilgili Yargıtay kararlarından örnekler
Kural olarak zararın ve kapsamının davacı tarafından kanıtlanması gerekir. (BK. m.42/1) Ancak, zararın gerçek tutarının kanıtlanamadığı durumlarda, işlerin olağan gidişi ve zarar görenin aldığı önlemler de gözönünde tutularak, zarar kapsamı hakim tarafından belirlenir. (BK.m.42/2) Mahkemece yapılacak iş, yaralanmanın niteliğine göre, benzer olaylardaki olağan tedavi ve iyileştirme giderlerinin bir uzman bilirkişi görüşü ile saptanmasından sonra gerçek zarara hükmetmektir.
4.HD.14.04.2003, 2002/14353 - 2003/4658 (YKD.2003/8-1191)
Haksız eylemde zararı ispat etmek, bu zararı iddia edene düşeceği konusunda kuşku yoksa da, BK.42. maddesine göre, zararın gerçek miktarının ispatı mümkün olmadığı takdirde, hakim, halin olağan gelişimine ve zarara uğrayan tarafın yaptığı tedbirleri nazara alarak onu adalete uygun bir şekilde tayin etmek zorundadır. Mağdurun iki ameliyatla iyileşmemiş olması, üçüncü ameliyata gerek duyulması, bu süre içerisinde yeni ve artan masrafların yapılmasının olağan olması karşısında, davanın ispat edilmediği görüşüyle reddedilmesi isabetsizdir.
HGK.26.04.1995, E. 1995/11-122 K.1995/430 (YKD. 1995/10-1524)
Hakim zararın kapsamını araştırmak zorundadır. Tazminat davalarında, tedavi ve bununla ilgili yol giderleri, iş kaybı, ceza dosyasındaki delillerle ve her türlü delille ispatlanabilir.Mahkemece, bilirkişi raporundaki görüş benimsenerek “maddi zararın ispat edilemediği” gerekçesiyle dava reddedilmiştir. Oysa, davacı, maddi tazminat olarak (tedavi giderlerini, hastaneye gidip gelme masraflarını, çalışamadığı günler için iş kaybından doğan zararlarını) talep etmiştir.Tedavi ve bununla ilgili yol giderleri her türlü delille ispat edilebilir. İş kaybı zararı da aynı niteliktedir. Davacı da delil olarak ceza dosyasına dayanmıştır. Davacının tedavi giderlerinin bu konuda uzman doktor bilirkişiye tespit ettirilmesi mümkündür. Sayıştay uzman deneticisi olan bilirkişi bu konuda mahkemenin zarar belirlemesine yardımcı olamaz. Zararın kapsamını hakim resen araştırma durumundadır. Bu kalem zararla ilgili olarak hakim, Usulün 75/3. maddesi uyarınca davacı taraftan ayrıca delil isteyebilir. Hakim, gerektiğinde Borçlar Kanununun 42. maddesi uyarınca maddi tazminat miktarını takdir edebilir. Açıklanan maddi ve hukuki esaslar gözetilmeden maddi tazminat isteminin reddedilmiş olması yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.
4.HD.02.06.1994, 1898-5093 (YKD.1994/9-1427)
Borçlar Yasasının 42. maddesine göre, hakime, zararın tutar ve kapsamını doğrudan doğruya (resen) araştırmak ve belirlemek ödevi yükletilmiştir. Davacının iyileştirme giderleri için belge verememiş olması, tutar ve kapsamının araştırılmasına engel değildir. Öyle ki, böyle bir yaralanmanın gerektirdiği iyileştirme giderlerinin yapılmasında zorunluk olduğu, olayların normal akışına ve de yaşam görgülerine (hayat tecrübelerine) uygun düşer. Bu nedenle, yaralanmanın mahiyeti, iyileşme süresi, davacının sosyal ve ekonomik durumu gözönünde bulundurulup böyle bir yaralanmaya bağlı olarak davacının iyileşmesini sağlayacak “tıbbi tedavinin” gerektirdiği giderlerin tutar ve kapsamının, bu işlerden anlayan uzman bilirkişi eliyle tespit edilmesi yerine, 2.3.1974 günlü bilirkişi raporundaki yeterli olmayan “Tedavi masraflarına ilişkin davalarda yazılı delile istinat edilmesi icab eder...” sözlerine dayanılarak, isteğin bu bölümünün reddi yoluna gidilmesi doğru değildir.
15.HD.21.04.1975, 2093-2228 (YKD.1996/6-871)
Yargıç, tazminat tutarının belirlenmesinde doğrudan hareket etme yetkisine sahiptir.
Davacı, dava dilekçesinde ameliyat, ilaç ve bakım gideri, ayrıca İstanbul’a gidiş ve oradan dönüş için yol parası istemiştir.Davalı taraf, yapıldığı ileri sürülen masrafların hem tutarına ve hem de gereksiz yapıldığı hususlarına itiraz etmiştir. O halde mahkemece yapılacak iş, davacı mağdurun hastalık durumuna göre yapılan masrafların gerekli olup olmadığını, tedavinin daha az masrafla yapılması mümkün iken davacının bunu artırıcı bir davranışta bulunup bulunmadığını, bu işlerden anlar bir bilirkişi kuruluna inceletmek ve ortaya çıkacak sonuca göre hüküm kurmaktan ibarettir. Mahkemenin bu yönler üzerinde durmadan, eksik inceleme ile karar vermesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.”
4.HD.19.10.1978, 1977/13068-1978/11610 (Yasa.HD. 1981/1-72, no:9)
Tedavi için davacıların yaptığı giderlerin davalı tarafından karşılanması gerekir. Ancak yerel mahkeme bu hususta yeterli belge ve kanıt sunulamadığından davacıların bu yoldaki istemlerini reddetmiştir. Oysa, BK.42. maddesi hükmünce hakim, olayların olağan gelişimine ve zarar gören tarafın aldığı önlemlere uygun bir tazminat takdir etmek zorundadır. Tedavi giderlerinin kanıtlanamadığı görüşüyle davanın reddi usul ve yasaya aykırıdır.
4.HD.21.09.1999, 5378-7375 (Yasa. HD.2000/8-1095, no:469)
Bedensel zarar durumunda tedavi giderlerinin mutlaka belgelendirilmesi zorunlu değildir. Bu giderlerle ilgili iddia kanıtlanamasa bile, yaralanmanın derecesi ve doktor raporları ile hastane kayıtları incelenerek uzman bir doktordan yaralanma nedeniyle yapılması zorunlu tedavi giderlerinin ne kadar olabileceği konusunda bilirkişiden görüş alınmalıdır. Buna karşın zararın miktarı tam olarak belirlenemezse. BK.nun 42. maddesi gereğince hakim tarafından somut olayın özelliği ve kapsamı da gözetilerek tedavi gideri yönünden uygun bir tazminata hükmedilebilecektir. Yerel mahkemece bu yön gözetilmeden tedavi giderine ilişkin dava bölümünün reddedilmesi ayrıca bozma nedenidir.
4.HD.11.02.2002, 2001/10735 - 2002/1543 (YKD.2002/8-1169)
V- BİLİRKİŞİ İNCELEMESİ
Tedavi ve tüm iyileştirme giderleriyle ilgili kanıtların toplanmasından sonra, mahkemece hüküm altına alınacak miktarın hesaplanmasına sıra gelecek; kuşkusuz, hesaplamada Yargıtay’ın yukarda açıklanan ilke kararlarının gözetilmesi gerekecektir.
Hesaplamayı kim yapacaktır?
Yargıtay kararlarında tedavi giderlerinin “hekim bilirkişi” tarafından hesaplanması öngörülmüş ise de, bunun bir yanılgı olduğunu düşünüyoruz. Bizce, hekim bilirkişinin yapacağı iş “hesaplama” değil, “değerlendirme” olmalı; uzman hekimin görüşü alındıktan sonra, hesaplamayı “tazminat hesaplarında uzman” bilirkişi yapmalıdır.
En iyisi, tedavi giderlerinin ve geçici işgöremezlik zararlarının ayrı ayrı hesaplatılması yerine, bir defada görevlendirilecek üç kişilik “Bilirkişi Kurulu”ndan rapor alınmalı; Yargıtay’ın bazı kararlarında belirtildiği gibi, bilirkişilerden biri uzman doktor, ikincisi davacının mesleğinden olan bir bilirkişi, üçüncüsü tazminat hesabı uzmanı olmalı; doktor bilirkişi tek başına “tedavi giderlerini” değerlendirmeli, daha sonra meslek sahibi bilirkişi ile tazminat uzmanının katılımıyla “işgöremezlik süresi” belirlenmeli ve en son üç bilirkişinin ortak görüşleri çerçevesinde hesap uzmanı bilirkişi tarafından hem tedavi giderleri, hem kazanç kayıpları ve varsa başka zararlar hesaplanmalıdır.
Bu konuda iki Yargıtay kararında şöyle denilmiştir:
Mahkemece eksik yönler araştırıldıktan sonra, önceki bilirkişiler dışında, birisi konusunda uzman doktor, birisi tazminat hesabı konusunda uzman ve diğeri de davacının mesleğinden olan üç kişilik Kuruluna inceleme yaptırılarak davacıların maddi istekleri hakkında gerekçeli rapor alınıp, oluşacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmelidir.
19.HD.02.10.1995,901-7750
Trafik olayı sonucu yaralanan çocuğun, beden ve ruh tamlığının bozulması biçimi ve derecesi ile çalışma gücünde ve öğrenim yaşamında yapmış olduğu etki, gelişme ve ilerlemesinde ne oranda tehlike oluşturduğu, sosyal ve ekonomik durum ve koşulların özelliği gibi ölçütler gözönünde tutularak maddi ödencenin hesaplattırılması yönünden, konusunda uzman doktor, eğitimci ve hukukçu gibi kimselerden oluşturulan bilirkişi kurulundan rapor alınması gerekir.
19.HD.06.05.1994, 6250-4625
VI- BEDENSEL ZARARLARDA ZAMANAŞIMININ BAŞLANGICI
1- Zararı öğrenme ve zamanaşımının başlangıcı
Haksız eylemlerde zamanaşımının başlangıcı konusunda genel kural, zarar görenin “zararı ve sorumlusunu” kesin biçimde öğrenmesidir. Öğretide kimileri, zararın kesin olarak ortaya çıkmasının beklenmeyeceğini, az çok bilmenin dava açmak için yeterli olacağını ileri sürmüşler ise de, son yılların baskın görüşü, zararın bilinmesi yeterli olmayıp “dava edilebilir nitelik kazanması” gerektiği yönündedir.
Bedensel zararlarda zamanaşımının başlangıcı konusunda durum daha da farklı ve özeldir. Yargıtay’ın 1959 yılından beri, yani elli yıldan beri düzenli ve tutarlı bir biçimde sürdürülen kararlarına göre :
“Bedensel zararlarda zamanaşımının başlangıcı, beden gücü kaybına ilişkin Sağlık Kurulu Raporunun öğrenildiği tarihtir.” Bu öğrenme olgusu, ya duruşmada kesin raporun taraflara verilmesiyle ya da raporun usulüne uygun tebliğiyle gerçekleşir.
Burada bir ayrım yapmak gerekir :
a) Tedavi kesin biçimde sonuçlanmışsa ve artık yapacak bir şey kalmamışsa, bedendeki eksiklik (organ yitimi ya da organ zayıflaması) kesin durumunu almışsa, beden gücü kayıp oranı (sakatlık derecesi) Sağlık Kurulu tarafından belirlenecek ve bu kesin rapor mahkeme dosyasına gelip taraflarca öğrenildikten sonra zamanaşımı işlemeye başlayacaktır.
b) Tedavi sürmekte iken alınan sakatlık raporları “kesin rapor” olarak algılanmamalıdır. Örneğin, herhangi bir Sağlık Kurulundan alınan “özürlü” raporları, sigorta şirketinden tazminat almak için ivedi düzenlenmiş raporlar “kesin rapor” değildir. Bu tür raporlar ileri sürülerek “öğrenme” olgusunun gerçekleştiği ve bu raporlarla zamanaşımının işlemeye başladığı ileri sürülemez. Kesin rapor için, tedavi sonuçlanmış ve artık tıbbi yönden yapacak bir şey kalmamış olmalıdır.
c) Sürekli işgöremezlik oranında her artış ayrı ve yeni bir olgudur. Her birinin öğrenme gününden başlayarak yeni bir zamanaşımı işlemeye başlayacaktır. Her yeni olgu, yeni bir (maddi ve manevi) dava konusudur. Kimi zaman, tedavi sonuçlanıp sakatlık derecesi belirlendikten sonra, kişinin bedeninde “gelişen ve değişen” durumlar ortaya çıkabilir. O zaman yeni bir inceleme ve değerlendirme gerekli olacak ve sakatlık derecesi yeniden belirlenecektir. Eğer artış olmuşsa, bu artış yeni bir durum, yeni bir “olgu”dur. Bu artış için yeni bir (maddi ve manevi) dava hakkı doğmuş olacak ve bu yeni davada zamanaşımının başlangıcı, sakatlık derecesindeki artışa ilişkin Sağlık Kurulu raporunun öğrenildiği tarih olacaktır.
d) Sonradan ortaya çıkan (beklenmeyen ve önceden kestirilemeyen) durumlar da yeni bir davanın ve yeni bir zamanaşımının başlangıcı olabilir.
Beden gücü kayıplarındaki artışlar, daha önce sağlık kurulu raporuyla saptanan ve artık bedenin neresinde ve ne olduğu bilinen rahatsızlığın zamanla artarak, işgöremezlik derecesinin (beden gücü kayıp oranının) yükselmesi biçiminde ortaya çıkmakta iken,tedavi sırasında ve sonrasında görülemeyen, tanımlanamayan (teşhis edilemeyen) ve sonradan beklenmedik biçimde, belki de aylar ve yıllar sonra ortaya çıkabilen ve (neden sonuç ilişkisi kurulabilen) bedensel zararlar da söz konusu olabilir. Örneğin, meslek hastalığına yakalanan ve işgöremezlik derecesi belirlenip buna göre açtığı tazminat davası sonuçlandıktan sonra aynı meslek hastalığından işçinin ölmesi, trafik kazasında bacağı sakatlanan ya da kesilen kişide sonradan dolaşım bozukluğu görülmesi, radyasyondan etkilenen kişinin yıllar sonra kanser hastalığına yakalanması, geçirilen kazadan uzun süre sonra omurga, böbrek, kalp rahatsızlıklarının ortaya çıkması v.b. Bütün bu ve benzeri durumlarda, zararın ortaya çıkıp kesin tanı (teşhis) konulduktan, daha doğrusu kesin rapor verildikten sonra yeni bir dava hakkı doğacak ve yeni bir zamanaşımı işlemeye başlayacaktır.
2- Bedensel zararlarda zamanaşımının başlangıcına ilişkin Yargıtay kararlarından örnekler :
a) Zarar kesin raporla öğrenilir.
Borçlar Kanunu 60.maddesinin uygulanmasında zamanaşımının, sürekli işgücü kaybının öğrenildiği, yani “kesin raporun alındığı” tarihten başlatılması gerekir. Zararın niteliği ve kapsamı anlaşılmadan mutlaka kazanın olduğu tarihten bir yıl içinde dava açılması gerektiği yolundaki görüş, BK 60. maddesinin “zararı öğrenme kavramı”na uygun düşmez. Aynı kanunun 46. maddesi, zarar göreni kollayan hükümleri içerir. Bu maddeden, zarar göreni korumayan bir anlam çıkarılarak, zarar görenin zararının nitelik ve kapsamını öğrenmeden dahi dava açmak olanağı bulunduğunu ileri sürmek ve zamanaşımının gerçekleştiğini söylemek doğru değildir.
HGK.28.10.1959, E.1959/4-62 K.1959/49
Davacının sağlık kurulu raporunu almadan önce bir tazminat davası açması mümkün değildir. Çünkü, davacıda tespit olunan cismani zararın niteliği ile gerçek kapsamının öğrenildiği (rapor tarihi) zamanaşımının başlangıcına esas tutulması gereken bir tarihtir.
4.HD.13.5.1980, 3493 - 6206
Sağlık Kurulu tarafından verilen raporla bedensel zarar belirlenmiş olup, kesin rapor tarihinden başlayarak yasal süre geçmeden açılan davada zamanaşımından söz edilemez.
4.HD.27.03.1981, 996-4000
İnsana verilen zararlarda, zararı öğrenmenin anlamı üzerinde durulmalı; davacı, zarar verici olayın sonuçlarını ve kesinleşen durumu değerlendirebilecek bilgiye sahip olmalıdır. Buna göre, zararı öğrenme tarihinin, Adil Tıp Kurumu’nun işgöremezlik oranına ilişkin raporun düzenlendiği tarih olması, zamanaşımının buna göre hesaplanması gerekir.
HGK.21.3.2001, E.2001/4-258 K.2001/276
Vücut bütünlüğünün ihlalinden doğan zararlarda zamanaşımı süresi kesin teşhisten, özellikle sürekli sakatlığa ilişkin kesin raporun öğrenilmesinden sonra işlemeye başlar.
4.HD.07.02.1989, 11103-1026
Bedensel bütünlüğün bozulmasına ilişkin dava konusu zarar, Adli Tıp Kurumu kesin raporunun okunduğu oturum gününde öğrenilmiş olacağından, zamanaşımı süresi de bu tarihten başlayacaktır. 13.HD.2.3.1998, 10172-1882
b) Tedavi sonuçlanmadan, zararı öğrenme olgusu gerçekleşmez.
Davacının yaralanması sonucu geçirdiği tedavi aşamaları süresince uğradığı zararın belirgin hale gelmediği, bu bakımdan davacının zararını öğrendiğinin kabulünün uygun olmayacağı, zararın ancak Adli Tıp Kurumu’nca verilen raporla öğrenildiği, bu tarihten itibaren bir yıllık zamanaşımı süresinin başlamış olacağının kabulü gerekir.
4.HD.10.11.1998, 6613-8698
Zararı öğrenme, zararın kesin şekilde belli olduğu tarihtir. Kontrol şartı ile taburcu olunan tarih, zamanaşımı süresini başlatmaz.
HGK.24.11.1999, E. 1999/4-983 K. 995
Henüz kesin rapor alınmadan çalışma gücünün kaybı ya da azalmasına ilişkin istem saklı tutularak açılan davada davanın içeriğine aykırı bir yorum yoluyla hüküm kurulamaz.
4.HD.15.09.1987, 2459-6366
Vücut bütünlüğünün ihlalinden doğan bedensel zararın gelişim gösterdiği durumlarda zamanaşımı süresi kesin teşhisten özellikle sürekli sakatlığa ilişkin kesin raporun öğrenilmesinden sonra işlemeye başlar.
4.HD.29.11.1999, 10034-10440
Dava, trafik kazası nedeniyle uğranılan beden gücü kaybından doğan tazminat istemidir. Davacının cismani zararında gelişen bir durum olduğundan zamanaşımı, bu gelişmenin son bulduğu günden başlar.
HGK 07.02.1990, E.1989/4-654 K. 1990/65 K. :
Davacının zararının henüz belli olmaması ve gelişen bir durumun varlığı karşısında, son raporun göz önünde tutulması gerekir.
4.HD.04.02.1991, 1008-685
Gelişen bir durumdan sözedilebilmesi için tedavinin zaman içinde devam etmesi ve tedavi tamamlandıktan sonra rapor alınması gerekir ise de, rapor zararın o tarihte bilinebilir durumda olduğu anlamına da gelmez.
4 HD.22.4.1999, 2679-3555
Kontrol kaydı bulunması durumunda, işgöremezlik oranının yeniden saptanması gerekir. 21.HD.08.06.1999, 1990-4045
c) Sürekli işgöremezlik oranında her artış ayrı bir olgudur. Her birinin öğrenme gününden başlayarak yeni bir zamanaşımı işlemeye başlar. Her yeni olgu, yeni bir dava konusudur.
Meslek hastalığı nedeniyle maluliyet derecesinin her artış kaydedişi, zararların istenmesine ilişkin yeni bir zamanaşımı süresine tabi, yeni bir olgudur. Her maluliyet derecesinin zamanaşımı, bu derecenin kesinleştiği tarihten başlar.
HGK 21.09.1977, E.1976/10-2004 K.1977/739 K.
Maluliyet artışı nedeniyle açılan tazminat davasına ilişkin zamanaşımı, bu maluliyetin artışının öğrenilmesiyle başlar.
11.HD.21.02.1994, 1993/6410 -1994/1301
Daha önce tazminat davasına konu edilip kesinleşen maluliyet oranının, giderek yükselmesinden dolayı artan maluliyet nedeniyle manevi tazminat istenmesi halinde, meslekte kazanma gücü kayıp oranının ulaştığı tarihin belirlenmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir. 21.HD. 02.10.1997, 5684-5979
Sürekli işgöremezlik oranında her artış ayrı bir olgudur. Anılan olguların oluştuğu günden zamanaşımının işlemeye başlayacağı Yargıtay’ın oturmuş ve yerleşmiş görüşlerindendir. 21.HD.23.03.1999, 1998/9048 - 1999/1982
İşgöremezlik derecesinde her artış yeni bir zamanaşımının başlangıcıdır.
HGK.18.10.1970 , E.1970/9-26 K. 635 K.
Sürekli işgöremezliğe ilişkin maddi ve manevi tazminat hakkı hüküm altına alındıktan sonra, artan işgöremezlik derecesi için yeniden manevi tazminat istenebilir.
9.HD.20.10.1970, 6410-10871
Artan işgöremezlik nedeniyle açılan davada 10 yıllık zamanaşımının başlangıcı işgöremezlik artışının hekim raporu ile tespit edildiği tarihtir.
9.HD.30.06.1969, 2336-7539
İş kazası sonucu malul kalmış bir işçi, işverene karşı açtığı davada tazminat kararı aldıktan sonra maluliyet derecesinin artması halinde, artan kısım için yeniden tazminat davası açılabilir. 9.HD.30.01.1967, 11434-670
İş kazası ya da meslek hastalığı nedeniyle belirlenen maluliyet oranında bir artma olduğu takdirde, bu durum yeni bir olgu olup, artan miktar için ayrı bir dava açılabilir. Bu durumda zamanaşımı on yıldır. İşgöremezlik oranındaki artış farkı için ayrıca manevi tazmint da istenebilir. HGK. 12.03.2008, E.2008/21-245 K.2008/249
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ÖLÜM VE BEDENSEL ZARARLAR NEDENİYLE
MANEVİ TAZMİNAT
I- KONUYA GİRİŞ
1- Genel olarak tazminat
Tazminat, haksız ve hukuka aykırı bir eylem veya işlem sonucu uğranılan zararın ödetilmesidir. Zarar ise, geniş anlamda, bir kimsenin isteği ve istenci dışında, malvarlığında eksilme ve kişi varlığında incinme, üzülme, acı çekme, yıpranmadır. Malvarlığının eksilmesine “maddi zarar” ve kişi varlığının etkilenmesine “manevi zarar” denilmektedir.
Maddi zarar, görülebilen ve hesaplanabilen somut bir olgudur. Eğer doğru ve kesin bir hesaplama yapılabilirse, maddi tazminat olarak ortaya çıkar ve hüküm altına alınması kolay olur.
Manevi zarar ise, maddi zarar gibi hesaplanamaz. Çünkü kesin hesap unsurları yoktur. Kişi varlığının haksız ve hukuka aykırı eylemden etkilenme derecesini saptamak olanaksızdır.Ayrıca etkilenme derecesi kişiden kişiye değişir. Kimi çok etkilenir, kimi az. Ama kimse ne derece etkilendiğini (ne kadar üzüldüğünü, acı çektiğini) kanıtlayamaz. Bu konuda tanık da dinlenemez. Dinlense de inandırıcı olmaz ve tanık sözlerine dayanılarak yeterli sayılabilecek bir manevi tazminat tutarı belirlenmesi de olanaksızdır.
2- Manevi tazminat değerlendirmesinde ölçüsüzlük
Manevi zararın, maddi zarar gibi hesaplanmasının olanaksızlığı nedeniyledir ki, başlangıçtan beri yargıda bir ölçüsüzlük, bir belirsizlik süregelmekte; benzer olaylar ve benzer davalarda hükme bağlanan tazminat miktarları arasında derin uçurumlar bulunmaktadır.
Bunun hemen görünen nedenlerinin en başında, dava açanların ne miktar manevi tazminat isteyeceklerini bilememeleri, istek tutarlarının hiçbir hesaba ve hiçbir ölçüye dayanmamakta oluşu gelmektedir. Kimileri yüksek harç ödemeyi göze alarak son derece abartılı rakamlar üzerinden dava açarlarken, kimileri de nasıl olsa en aza indirileceğini düşünerek çok düşük miktarda manevi tazminat istemektedirler.
Yargıçlar da, bir zorunluluk varmış gibi, öteden beri gelenekleşmiş biçimde, dava dilekçelerinde istenenin mutlaka bir miktar altında, hatta çok daha düşük miktarda manevi tazminata hükmetmektedirler. Savcılık ve karakollar aracılığıyla yaptırılan “tarafların sosyal ve ekonomik” düzeylerinin araştırılması biçimindeki uygulamanın hiçbir yararı olmadığı gibi, bunun dışında yasada öngörülen “özel durumların” (818/BK.m.47) ve “olayın özelliklerinin” (6098/TBK.m.56) gözetildiği, bunların araştırılıp değerlendirildiği de söylenemez.
Yargıçların, deneyimli olsunlar veya olmasınlar, takdir yetkilerini kullanırlarken ne derece yerinde ve tutarlı bir karar verebildiklerini söylemek olası değildir. Şunun için ki, en başta davacı istekleri ölçüsüz ve tutarsızdır; ikincisi yargı düzenimizde manevi tazminata ilişkin bir ilkeler dizisi ve başvurulabilecek bir değerlendirme ölçütü oluşturulamamıştır. Çoğu Yargıtay kararlarında sıkça değinilen 22.06.1966 gün 7/7 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı, bugün çok gerilerde kaldığı gibi, içerdiği soyut tanımlamalar yol gösterici nitelikte değildir. Benzer olayları karşılaştırdığımızda, kararlar arasında önemli farklar bulunduğu, giderek aynı yargıcın aynı dönem içerisinde benzer dosyalardan birine yüksek, ötekine düşük miktarda tazminat “takdir” ettiği gözlemlenmektedir. Bu konuda Yargıtay kararları arasında da derin ayrılıklar görülmektedir. Birbirine yakın tazminat tutarlarını Yargıtay’ın kimi daireleri çok görürken, bir başkası az bulmaktadır. Bunun örnekleri çoktur. Kararlarda tek ortak nokta, İçtihadı Birleştirme Kararındaki bazı sözlerin yinelenmesidir; bunlar, manevi tazminatın elem ve ıztırabı dindirecek ve zarar görende bir tatmin duygusu yaratacak miktarda takdir edilmesi gerektiği biçimindeki bugün artık az çok geçerliğini yitirmiş, manevi tazminatın anlam ve işlevini ortaya koymakta yetersiz kalan tanımlamalardır. Son derece soyut bu tanımlamada, acı ve üzüntüyü ölçmenin olanaksızlığının yanı sıra, tatmin sözcüğü, ilk çağın öç alma isteğini, kısası ya da diyeti çağrıştırmaktadır. Aşağıda ayrıntılı olarak ele alacağımız üzere, günümüzde gelişen ve değişen düşüncelerle bu görüşler aşılmış, manevi tazminata toplumsal içerikli başka işlevler yüklenmiştir.
Uygulamada görülen bütün bu rasgelelikler, bir anlamda keyfilikler ve eşitsizlikler karşısında, ortak ve somut bir ölçü bulmak gerektiği kabul olunmalıdır. Bizce, manevi tazminat, maddi tazminat benzeri bir yöntemle, bir değer birimi üzerinden hesaplanmalı; bu hesaplamada Borçlar Yasası’nın ilgili maddelerindeki indirim nedenleri gözetilmeli; (818/BK.43-44/1 ve 6098/TBK.51-52) yargıçlar, hesap sonucuna bakarak ve yasalarda öngörülen “özel durumları” da dikkate alarak manevi tazminata hükmetmelidirler. (MK.4, BK.42/2-44/2, TBK.50/2-52)
Manevi tazminat, malvarlığı eksilmesini veya kazanç yoksunluğunu giderme aracı olmamakla birlikte, örneğin, bedensel zararın derecesine göre değişen yüzdelere bağlı sigorta tazminatları benzeri bir manevi tazminat hesabı yapılması olanaklıdır. Ölümlü olaylarda da destek payları üzerinden bir değerlendirme yapılabilir. Manevi zararın maddi zarar kadar kolay paraya çevrilememesi, matematik cetvellerle hesaplanıp kesinlikle saptanamaması, onun parasal maddi denkleştirme işleminin bir parçası sayılmasına engel olmamalıdır. “Maddi zarar hesaplanır, manevi zarar takdir edilir” özdeyişi günümüzde geçerliğini yitirmiştir.
Manevi tazminatın, maddi tazminat benzeri hesaplanması sırasında, hangi değer ölçüsünün (para biriminin) esas alınmasının uygun olacağı hususu aşağıda ilgili bölümünde açıklanacak; daha doğrusu önerilecektir.
Önerilerimizde, bazı yasalardaki manevi tazminat benzeri “ödenceler” örnek alınmış, o tür yasal düzenlemeler esin kaynağımız olmuştur. Örneğin, İş Yasası’ndaki “kötüniyet tazminatı” (4857 sy.İş K.m.17/6), haksız fesih tazminatı (m.21/1), sendikal tazminat (2821 sy. Sendikalar K.m.31/6) Borçlar Yasası’ndaki “alacaklı hiçbir zarara uğramamış olsa bile, borçlunun kararlaştırılan ceza parasını ödeyeceği” hükmü (BK.m.159 ve TBK.m.180), FSEK 68.maddesine göre eser sahibinin tazminat isteme hakkı bunlardandır.
II- MANEVİ TAZMİNATIN ANLAMI, AMACI VE İŞLEVİ
Manevi tazminatın bir tanımı yapılmamıştır. Kuşkusuz bu da maddi tazminat gibi “zarar” kavramı içerisinde yer alması gereken bir tazminat türüdür. Maddi zarar genellikle “malvarlığında eksilme” olarak tanımlandığına göre, manevi zararı “kişi varlığında eksilme” (BK.47, TBK.56) ve “kişi haklarına zarar verme” (BK.49,TBK.58) olarak niteleyebiliriz. Manevi tazminatın işlevi konusu aşağıda incelenecek ve değerlendirilecektir.
Manevi tazminatın anlamı, amacı ve işlevi öğretide tartışmalıdır. Bu konuda şu görüşler ileri sürülmüştür:
1- Tatmin görüşü
Kimilerine göre, manevi tazminat, acı ve üzüntüyü giderme ve öfkeyi yatıştırma parasıdır. Zarar görene manevi tazminat adı altında ödenecek bir miktar para, belirli bir oranda da olsa onun acı ve üzüntülerini azaltıp dindirecek, huzur ve rahatlama duygusu yaratacaktır. Her ne kadar, kişi varlığındaki eksilmenin para ile ölçülmesi olanaksız ise de, eksiltilen veya yokedilen değerin yerine yeni bir değer konularak kişi varlığındaki azalma, onun malvarlığı çoğaltılarak ve zarar verenin malvarlığı eksiltilerek bir denge sağlanmış olacaktır.
Yargıtay 22.06.1966 gün 7/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında benimsenen ve Yargıtay’ın çoğu kararlarında yinelenen bu görüş (acı ve üzüntüyü giderme, bir huzur ve tatmin duygusu yaratma görüşü), yukarda da belirttiğimiz gibi, eski çağların öç almayı önlemek ve toplum barışını sağlamak için konulan kısas (göze göz, dişe diş) kuralını ve kısasın yerini alan “diyet” uygulamasını çağrıştırmaktadır. Şu farkla ki, diyette önceden saptanmış bir bedel çizelgesine göre tazminat ödenmekte iken, bugünkü uygulamadaki belirsizlik ve ölçüsüzlük, diyetin gerisinde kalmaktadır. Ayrıca, İçtihadı Birleştirme Kararındaki “hükmedilecek manevi tazminatın bir sadaka niteliği taşımasından sakınılması ve buna karşılık da tatmin işlevini yerine getirip zarara uğrayanda bir huzur hissi, bir tatmin duygusu yaratması gerektiği” biçimindeki açıklamaların da uygulamada hiçbir yararı ve yol gösterici yanı bulunmamakta; bu türden soyut açıklamalar uygulayıcılara belirli bir ölçü verememektedir.
Manevi tazminatı, acı ve üzüntüyü dindirme, duyguları yatıştırma aracı olarak niteleyen görüşlere, öğretide, bir kaç yönden karşı çıkılmaktadır:
Birincisi, ayırtım gücünden yoksun olanların, bilinçlerini yitirenlerin ve tüzel kişilerin de manevi tazminat isteme hakları bulunmasına göre, bunların acı ve üzüntülerinden söz edilemeyeceği, bu nedenle manevi tazminatın işlevinin “tatmin” duygusu ile açıklanmasının yanlış olduğu ileri sürülmektedir.
İkincisi, sebep sorumluluklarında, zarar veren kusursuz olsa bile manevi tazminat ödemek zorunda kalabileceğinden, tatmin görüşünün burada da yetersiz kaldığı söylenmektedir.
Üçüncüsü, acı ve üzüntü duygusunun kişiden kişiye değişeceği, bunun şiddet ve derecesinin ölçülemeyeceği; bazıları acı ve öfkelerini kolayca bastırabilirlerken, kimilerinin de yaşam boyu acı çekecekleri, bunun en yüksek tazminatla bile giderilemeyeceği düşüncesindedirler.
Biz, manevi tazminatın acıyı dindirme ve öfkeyi yatıştırma parası olduğu, (manevi tatmin ihtiyacını giderdiği ve huzur duygusu yarattığı) görüşlerini eksik ve yetersiz bulmakla birlikte, yaşam gerçeklerine bakarak büsbütün yanlış da bulmuyoruz. Çünkü biliyoruz ki, en paraya önem vermez görünenlerin bile, acıları ne kadar derin olursa olsun, bir miktar para ile avunduklarını görüyoruz, duyuyoruz.
Özellikle cana gelen zararlarda, manevi tazminatın acı ve üzüntüyü giderme ve öfkeyi yatıştırma parası olarak görülmesini, eski çağların “diyet” uygulamasına benzetiyoruz. Uygarlık tarihi içinde yer alan geçmişin törelerini, hukuk kurallarını dışlamıyoruz; bugün de gözardı edilemeyecek yararlı yönleri bulunduğunu düşünüyoruz. Bu bağlamda, kişilerin hukuka aykırı eylem sonucu yaralanmaları ve sakatlanmaları ile yakınlarının öldürülmesi yüzünden acı ve üzüntü duymalarının ötesinde, öfkeye kapılıp öç alma duygusuyla dolup taşmalarını olağan karşılıyoruz. Beşbin yıllık bilinen uygarlık tarihinde insanın davranış ve düşünüşlerinde fazla bir değişiklik olmadığı inancındayız. Acı ve üzüntünün etkisiyle öfke, kin, öç alma duygusu, en seçkin ve kültürlü kişilerde bile asla eksik değildir; şu farkla ki, onlar eğitimsiz kişilere oranla daha ılımlı ve sakıngandırlar. Burada eksik olan, acı ve üzüntüyü ölçmenin olanaksızlığının düşünülmemiş olması ve manevi tazminatın miktarını belirlemede bir ölçüt (kriter) ortaya konulmamış bulunmasıdır. Bir de manevi tazminatın toplumsal dengeleme işlevinin gözardı edilmesidir.
2- Ceza görüşü
Manevi tazminat konusunda bir başka görüş “ceza” görüşüdür. Buna göre, manevi tazminatın zarar vereni “cezalandırma işlevi” gözardı edilmemelidir. Zarar görene manevi tazminat ödenmekle, onun “öç alma duygusu” yatıştırılmakta; zarar verenin malvarlığının (tazminat ödemesi nedeniyle) azalması, zarar göreni ruhsal yönden rahatlatmaktadır. Bu görüştekilere göre, manevi tazminat cezalandırıcı ve önleyici bir niteliğe sahiptir. Bir anlamda “özel hukuk cezası”dır. Burada devlet yararına değil, mağdur yararına bir cezalandırma söz konusudur. Bu görüşün uygulamada sağladığı bir kolaylık vardır ki, o da, acı ve üzüntüyü ölçmek olanaksız iken, kusurun ve sorumluluğun ölçülebilmesidir. Unutulmasın ki, tehlike sorumluluklarında (kusursuz sorumluluklarda) bile, tazminat belirlenirken bir kusur (sorumluluk) derecesi saptanmaktadır.
Karşı görüştekiler, manevi tazminatın özel hukuk nitelikli bir yaptırım olduğunu, ayrıca olağan sebep sorumluluğu ile ceza kavramının bağdaştırılamayacağını ileri sürmekte iseler de, biz ceza görüşünü “caydırıcılık” kavramına bağlayarak bir çok yönlerden benimsiyoruz. Bu nedenle, ünlü İçtihadı Birleştirme Kararındaki “manevi tazminat, ne bir ceza, ne de gerçek anlamda bir tazminattır” açıklamasına katılmıyoruz. Yıllardan beri neredeyse tüm Yargıtay kararlarında yinelenen bu anlayış, öyle sanıyorum ki, aşağıda değinilecek Hukuk Genel Kurulu’nun yeni bir kararıyla terkedilmiş ve manevi tazminatın “caydırıcılık” ögesi öne çıkarılmıştır. Bu karara göre, “aslolan insan yaşamıdır ve bu yaşamın yitirilmesinin yakınlarında açtığı derin ıztırabı hiçbir değerin gidermesi olanaklı değildir. Burada amaçlanan, sadece zarar görene bir parça olsun rahatlama duygusu vermek değil, aynı zamanda zarar verene daha dikkatli ve özenli davranması, bundan böyle zarar verici eylemlerden sakınması için caydırıcı etki sağlayacak bir bedel ödetilmesidir.
Kavram “caydırıcılık” olunca, ceza görüşüne karşı çıkmanın bir anlamı yoktur. Kusursuz sorumlu sayılan işletenler, işverenler, çalıştıranlar ve tüm tehlike sorumluları yönünden de bu görüşü benimsemenin bir sakıncası bulunmamaktadır. Çünkü, manevi tazminatın önleyici ve caydırıcı niteliği onları daha dikkatli ve özenli davranmaya zorlayacak ve yönlendirecektir.
3- Telafi görüşü
Buna, manevi tazminatın, maddi tazminatı tamamlayıcı denkleştirme işlevi de denilmektedir. Manevi tazminat konusunda, bizce, en tutarlı ve yaşam gerçeklerine uygun olan zararı onarım, giderim ve denkleştirme görüşüdür. Genel anlamda tazminat, bir zarar giderme aracı olduğuna göre, maddi tazminatta olduğu gibi, manevi tazminatta da bir “onarım ve giderim” söz konusudur. Ancak ne var ki, maddi zararın giderimindeki somutluk ve açıklık, manevi zararın gideriminde soyut ve belirsiz kalmıştır. Bu belirsizlik, manevi tazminata, maddi tazminatı tamamlayıp düzeltici veya maddi tazminatın eksikliğini giderici sosyal yardım benzeri bir denkleştirme işlevi yüklenmesiyle belirgin hale gelecektir. Hele manevi tazminatta da, maddi tazminat benzeri bir hesaplama yöntemi benimsenirse, yargı kararları arasındaki derin uçurumlar ortadan kalkacak, bir eşitlik ve uyum sağlanmış olacaktır.
Manevi tazminatın, maddi tazminatı tamamlama işlevinin yanı sıra, iki tazminat türünü birbirinden ayıran önemli bir fark da, maddi tazminat için belirlenen kesin, katı ve sınırlı koşullar yüzünden, maddi tazminat isteyemeyecek durumda olan bazı kişilerin manevi tazminat isteyebilmeleridir. Örneğin, ölen/öldürülen kişinin (çok özel durumlar dışında) yetişkin çocukları, kardeşleri maddi tazminat isteyememekte; bu haksız durum, bu eksiklik manevi tazminatla giderilebilmektedir. Bedensel bir zarara uğramamakla birlikte, kazanın ve eylemin etkisiyle ruhsal sarsıntı geçiren, sinirleri bozulan bir kimse haksız eylem sorumlusundan manevi tazminat isteyebilmektedir.
Manevi tazminatın hangi durumlarda, maddi tazminatı tamamlayıcı işlevler üstleneceğine ilişkin şu örnekleri verebiliriz: Maddi tazminat hesapları, önceden belirlenmiş ve bazı kesin kurallara bağlanmış olduğundan, kimi zaman çok düşük miktarlarda bir hesap sonucu ortaya çıkmakta, bu ise zarar görenlerde “haksızlığa uğramışlık duygusu” yaratmaktadır. Bunun en tipik örneği, çocuk ölümlerinde ana ve babaya hesaplanan tazminat tutarlarında görülmektedir. Hesaplamanın, çocukların çalışıp kazanç elde edebilecekleri onsekiz yaşından başlatılması, haksahiplerinin bu tazminatı yıllar öncesinden alacak olmalarından dolayı iskonto yapılıp peşin değer belirlenmesi ve çocuğun ölümüyle ana babanın tasarruf ettikleri varsayılan yetiştirme giderlerinin zarar tutarından indirilmesi gibi uygulamalar sonucu “çocuğun değeri bu kadar mı?” dedirtecek ve adeta isyan ettirecek miktarda (çok düşük) tazminat tutarları ortaya çıkmaktadır. Oysa, bütün anne babaların dillerinden düşürmedikleri bir söz vardır: “Acıların en büyüğü evlat acısıdır” denir. İşte bu gibi durumlarda, yetersiz kalan maddi tazminatın eksiği, uygun miktarda bir manevi tazminatla giderilecektir. Küçük yaşta kaza geçirip sakat kalan çocukların da işgöremezlik hesabı, gerek asgari ücretten yapılması ve gerekse peşin değer nedeniyle çok düşük çıkmaktadır. Bunun açığının dahi manevi tazminatla kapatılması yargıya güven ve güç katacaktır.
Gene, maddi tazminat hesaplarına ilişkin kesin kurallar yüzünden anne veya babalarını yitiren onsekiz yaşından büyük erkek ve yirmiiki yaşından büyük kız evlatlar maddi tazminat alamamaktadırlar. Kardeşlerin maddi tazminat isteyebilmeleri, bazı özel durumlar dışında, neredeyse olanaksızdır.Emekli aylığından başka bir iş ve kazancı bulunmayan ileri yaştaki kişilerin sakat kalmaları veya ölmeleri durumunda maddi tazminat çok düşük miktarda hesaplanmaktadır. İş kazalarında, zararın tamamının sosyal güvenlik kurumlarınca giderilmesi durumunda, işverenden başkaca maddi tazminat istenememektedir. Bütün bu örneklerde, kesin ve katı kurallar ve bir türlü değiştirilmek istenmeyen yaş sınırlamaları yüzünden, ödenemeyen maddi tazminatın bıraktığı boşluğu, manevi tazminat kapatacak; böylece manevi tazminat, haksız uygulamaları önleyici ve adaleti gerçekleştirici bir tür toplumsal nitelik kazanacak ve denkleştirme işlevi görecektir.
Manevi tazminatın, maddi tazminat ödenmesinin olanaksızlığı durumunda tamamlayıcı ve denkleştirici işlevini Yargıtay da benimsemiş ve bu konuda çok çarpıcı kararlar vermiştir. Bunlar arasında en ilginç bulduklarımız “Hiç maluliyeti olmasa bile, bedensel zarara uğrayan kişinin manevi tazminat isteyebileceğine; bunun için olaydan dolayı acı ve üzüntü duymasının yeterli olacağına” ilişkin kararlardır.
Estetik zarar olarak nitelenen ve genellikle yüzde veya bedenin görünen yerlerinde kalıcı izler bırakan beden zararları, maluliyet cetvellerinde yer almadığı ve iş gücü kaybı olarak görülmediği için maddi tazminatın konusu olamamaktadır. Buradaki boşluğu manevi tazminat dolduracaktır.
Ruhsal ve sinirsel bozukluklar da manevi tazminat konusu olabilmektedir. Haksız eylemin malvarlığında ve kazançlarda bir eksilmeye yol açmamış, tedavi giderlerini dahi gerektirmemiş olması nedeniyle maddi tazminat istenemeyecek durumlarda, manevi tazminat , maddi unsurların yokluğunu giderici bir işlev görecek, bir tür denkleştirme sağlayacaktır. Bu konuda pek çok karar örnekleri vardır ve şöyle denilmektedir: “Borçlar Kanunu 47. maddesindeki bedensel zarar kavramına ruhi bütünlüğün ihlali, sinir bozukluğu veya hastalığı (ruhi ve asabi sağlık bütünlüğü) gibi hallerin girdiği kabul olunmaktadır.”
Kaza geçiren veya saldırıya uğrayan kişilerin yakınlarına manevi tazminat ödenmesi de, maddi tazminatın boşluğunu doldurucu bir işlev niteliğindedir. Bu tür kararlarda da, bedensel zarara uğrayan kişinin (anne, baba, eş, çocuk gibi) çok yakınındaki kişilerin olaydan etkilenerek ruh sağlıklarının ve sinirlerinin bozulabileceği ve buna dayanarak manevi tazminat isteyebilecekleri kabul olunmaktadır.
Yukardaki örneklerden başka, maddi tazminatın söz konusu olmadığı durumlarda, manevi tazminatın adaleti dengeleyici işleviyle ilgili şu örnekleri verebiliriz: Yolcu taşıma sözleşmelerinde taşıyıcının yükümlülüklerini yerine getirmemesi, her hangi bir kaza olmasa bile yolculuğun tehlikeli ve kötü geçmesi ve bunun sinir bozukluğuna yol açması; gezi düzenleyicisinin tanıtım broşürlerinde açıklanan yol ve konaklama olanaklarını sağlamaması, bu yüzden gezinin beklenen ve umulan biçimde gerçekleşmeyip tatil keyfinin kaçırılması ve bunun sinir bozukluğu yaratması gibi durumlarda da, maddi bir zarar olmasa bile, manevi tazminat istenebilecektir.
4- Caydırıcılık görüşü
Manevi tazminatın caydırıcılık işlevi, bizce, maddi tazminatı tamamlayıcı denkleştirme işlevi kadar önemli, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Yukarda caydırıcılık ögesi ile cezalandırma işlevi arasında bir benzerlik kurmaktan çekinmedik. Çünkü cezaların da temel işlevi suç işleyenleri tutsak almak değil, onları uslandırmak, caydırmak, yeniden topluma kazandırmaktır.
Nasıl ki, trafik kurallarını çiğnediği için yüksek bir para cezası ödeyen sürücü, yeniden ceza vermemek ya da ehliyetini yitirmemek için daha dikkatli ve özenli davranmak gereğini duyacaksa, yüksek bir miktar üzerinden manevi tazminat ödeyen kişi de aynı sakınganlığı göstermeye çalışacaktır.
Bu bağlamda, işveren, yeni bir iş kazası olmaması için işyerinde daha sıkı önlemler alacaktır. Araç işleten, sürücü seçiminde daha özenli davranacak, aracının bakımını düzenli yaptıracaktır. Bina veya tesis sahibi, çevreye ve kişilere zarar vermemek için alınması gerekli tüm önlemleri almaya çalışacaktır. Çevreyi kirletenlere,eğer onları caydıracak miktarda bir manevi tazminat ödetilirse, bu huylarından vazgeçeceklerdir.
Artık, 22.06.1966 gün 7/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararındaki acıyı üzüntüyü, öfkeyi yatıştırma anlayışından uzaklaşma eğilimine girildiğini gözlemlediğimiz Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararında belirtildiği gibi: “Manevi tazminat, gelişmiş ülkelerde artık eski kalıplarından çıkarılarak caydırıcılık unsuruna da ağırlık verilmektedir. Gelişen hukukta bu yaklaşım, kişilerin bedenine ve ruhuna karşı yöneltilen haksız eylemlerde veya taksirli davranışlarda tatmin duygusu yanında caydırıcılık uyandıran oranlarda manevi tazminat takdir edilmesi gereğini ortaya koymakta; kişi haklarının her şeyin önünde geldiğini önemle vurgulamaktadır. Bu ilkeler gözetildiğinde, aslolan insan yaşamıdır ve bu yaşamın yitirilmesinin yakınlarında açtığı derin ıztırabı hiçbir değerin gidermesi olanaklı değildir. Burada amaçlanan sadece bir parça olsun rahatlama duygusu vermek; öte yandan da zarar veren yanı da dikkat ve özen göstermek konusunda etkileyecek bir yaptırımla caydırıcı olabilmektir.” (HGK.23.06.2004, E.2004/13-291 – K. 2004/370)
Caydırıcılık ögesinin ne kadar etkili olduğu, bazı yasalardaki idari para cezalarının uygulanmasında görülmekte; cezayı ödeyen daha dikkatli ve özenli davranma, yasalara uyma gereğini duymaktadır.
III- ÇEŞİTLİ GÖRÜŞLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
1- Tatmin görüşü (acı ve üzüntüyü giderme, öfkeyi yatıştırma, huzur ve tatmin duygusu yaratma) işlevi hakkında
Hukuka aykırı bir eylem veya olay sonucu bedensel zarara uğrayan, yakınlarını yitiren, ruhsal sarsıntı geçiren, herhangi bir biçimde kişilik haklarına zarar verilen kişilerin acı ve üzüntü duymaları, öfkelenmeleri, giderek bilinç altında ya da açıkça öç alma isteği duymaları en eski çağlardan beri ve bugün de insanın doğasında var olan yadsınamaz gerçekler ise de, manevi tazminatın işlevinin, 22.06.1966 gün 7/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında olduğu gibi “elem ve ıztırabı dindirme, huzur ve tatmin duygusu yaratma” amacına bağlanması (ayırtım gücünden yoksun olanlar, tüzelkişiler ve kusursuz sorumluluklar düşünüldüğünde) bir çok yönlerden doğru olmadığı gibi, acı, üzüntü, öfke gibi duyguların kişiden kişiye değişmesi ve ölçülmesinin olanaksızlığı karşısında, bu tür görüşlerin uygulamada bir yeri ve yararı olmadığı sonucuna varılmaktadır. Nitekim, bu görüşler yüzündendir ki, bugüne kadar manevi tazminatın ortalama bir ölçüsü bulunamamış; yargıçların benzer kararlarda “takdir ettikleri” manevi tazminat tutarları arasında derin farklılıklar olduğu gibi, Yargıtay kararlarında da ortak bir değer ölçüsü oluşamamıştır.
Manevi tazminatın, acı ve üzüntüyü dindirme (hazcı), öfkeyi ve öç alma duygusunu yatıştırıp “manevi tatmin duygusu” yaratma (misillemeci) bir anlayışla değerlendirilmesi bugün artık çağdışı görüşler olarak nitelenmektedir.
2- Ceza etkisi yaratma işlevi hakkında
Her ne kadar Yargıtay kararlarında manevi tazminatın bir “ceza” olmadığı sıkça yinelenmekte ise de, caydırıcı etkisi yönünden “ceza görüşü”ne katılıyoruz. Çünkü, bazı yasalardaki “idari para cezalarının” özellikle işyerleri ve araç işletenler üzerindeki etkisini sıkça görüyoruz. Yüksek miktarda para cezası ödeyenler, daha sakıngan ve daha dikkatli davranma, kurallara uyma gereğini duyuyorlar. Örneğin, işverenler art arda birkaç teftişten sonra, gerek sigorta bildirgeleri konusunda ve gerekse işçi sağlığı ve iş güvenliği hükümlerini uygulamada hata yapmaktan kaçınmaya ve daha sıkı önlemler almaya başlıyorlar; böylece iş kazaları azalıyor. Alkollü araç kullanmayı alışkanlık haline getiren sürücü, birkaç kez cezaya uğradıktan sonra, bu huyundan vazgeçiyor; böylece olası kazalar önlenmiş oluyor.
Bu örneklere bakarak diyebiliriz ki, ölüm ve bedensel zarar sorumlularının yüksek bir tazminat ödemek zorunda bırakılmaları, onlar üzerinde hem bir caydırıcı etki sağlayacak, hem de bir “ceza işlevi” görecektir.
3- Maddi tazminatı tamamlama ve denkleştirme işlevi hakkında
Manevi tazminatın (acı,üzüntü,öfke, kin gibi) insan doğasının ayrılmaz ve yadsınmaz bir özelliği olan duygusal gereksinimlerini giderme işlevinin yanı sıra, maddi tazminatın yetersiz kaldığı durumlarda onun eksiğini ve açığını kapatıcı, zararı denkleştirici somut, gerçekçi ve toplumsal bir işlevi olduğu düşüncesindeyiz.
Yukardaki bölümlerde belirttiğimiz gibi, maddi tazminat hesaplarına egemen olan katı ve sınırlayıcı kurallar ile can zararlarının “malvarlığı zararı” olarak nitelenmesindeki saplantılar yüzünden, yeterli miktarda tazminat alamayan kişilerin uğradıkları haksızlık ya da maddi tazminattaki yetersizlik manevi tazminatla giderilecektir. Ayrıca, gene maddi tazminatın geliştirilemeyen, çağın ve yaşam gerçeklerinin gerisinde kalan kalıplaşmış ilkeleri nedeniyle hiç maddi tazminat alamayan kişilerin “görünür” zararları da manevi tazminatla karşılanacaktır. Bütün bunlar manevi tazminatın tamamlayıcı (telafi edici) işlevinin önemini ortaya koymaktadır.
4- Manevi tazminatın caydırıcı etkisi hakkında
Manevi tazminatın, acı ve üzüntüyü giderme, öfkeyi yatıştırma, huzur ve tatmin duygusu yaratma ve maddi tazminatın eksiğini ve açığını kapatma işlevlerinin yanı sıra “ceza etkisi” ile birlikte, hukuka aykırı eylemleri önleyici ve caydırıcı bir işlev göreceği inancındayız.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun yukarda anılan son kararında “caydırıcılık” ögesine ağırlık verilmesine göre, artık ünlü İçtihadı Birleştirme Kararındaki duygusal içerikli görüşlerin terk edilmekte olduğu; gerçekçi, nesnel, somut anlayış ve değerlendirilmelere yönelindiği izlenimini edinmiş bulunuyoruz.
5- Sonuç olarak,
Manevi tazminatın, (belli bir ölçüde acıyı, üzüntüyü, öfkeyi yatıştırma işlevi de olabileceği gözardı edilmeden, ancak bunların ölçülemezliği yüzünden, uygulamada tazminat tutarını belirlemede bir işe yaramayacağı da görülerek, manevi tazminata bir değer ölçüsü aranırken özellikle iki işlev üzerinde yoğunlaşılması gerektiği düşüncesindeyiz
Bunlardan birincisi maddi tazminatı tamamlayıcı denkleştirme işlevi;
İkincisi caydırıcılık ve önleyicilik işlevi olmalıdır.
Bu iki işlevin uygulamada ve hesaplamada nasıl değerlendirileceği ve tazminat tutarının belirlenmesinde ne derece tutarlı ve doğru sonuç vereceği, aşağıda örneklerle açıklanacaktır.
III- MANEVİ TAZMİNAT İSTEĞİNİN
YASAL DAYANAKLARI VE KOŞULLARI
1- Yasa hükümleri
Manevi tazminat, Borçlar Yasası’nda iki ayrı maddede düzenlenmiş olup, bunlardan birinde cana gelen zararlar (BK.47,TBK.56) ve ötekinde kişilik haklarına verilen zararlar (BK.49, TBK.58). yer almıştır. Bizim konumuz ve ilgi alanımız cana gelen zararlar olduğundan, aşağıda yalnızca bunun üzerinde durulacaktır.
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 47.maddesi metni, yalın bir dille, şöyledir:
Madde 47-Hâkim, özel durumları gözeterek, bedensel zarara uğrayan kimseye veya ölüm durumunda ölenin yakınlarına manevi zarar adıyla adalete uygun bir tazminat ödenmesine karar verebilir.
6098 sayılı yen Türk Borçlar Kanunu’nun 56.maddesi de şöyledir:
Madde 56- Hâkim, bir kimsenin bedensel bütünlüğünün zedelenmesi durumunda, olayın özelliklerini göz önünde tutarak, zarar görene uygun bir miktar paranın manevi tazminat olarak ödenmesine karar verebilir.
Ağır bedensel zarar veya ölüm hâlinde, zarar görenin veya ölenin yakınlarına da manevi tazminat olarak uygun bir miktar paranın ödenmesine karar verilebilir.
2- Manevi tazminat isteyebilmenin koşulları
Her iki madde metnine bakarak, manevi tazminat isteyebilmenin koşullarını şöyle sıralayabiliriz:
a) Hukuka aykırı bir biçimde bedensel zarara veya ölüme neden olunmalıdır.
b) Zarar ile eylem arasında nedensellik bağı kurulabilmelidir.
c) Zarar veren, az çok kusurlu olmalı, sorumluluğu gerektiren koşullar oluşmalıdır.
d) Maddi tazminattan farklı olarak, zarar gören, bedensel zarara uğramasa bile, fiziksel kişilik değerleri etkilenmiş; eylem veya olay, ruhsal sarsıntı ve sinir bozukluğu yaratmış olmalıdır.
e) Beden bütünlüğü bozulan veya ölümden etkilenen bazı kişiler, zarar gördükleri kesin olmakla birlikte, (bir takım katı kurallar ve hesaplama yöntemleri yüzünden) hiç maddi tazminat alamamış veya aldıkları maddi tazminat yetersiz kalmış olmalıdır.
3- Yakınların manevi tazminat isteyebilmeleri
Ağır bedensel zarar veya ölüm hâlinde, zarar görenin veya ölenin yakınlarına da manevi tazminat isteyebilmeleri uzun yıllar tartışılmış; zamanla benimsenip Yargıtay’ın kökleşmiş kararları haline gelmiştir. Bu gelişmenin bir sonucu olsa gerek, 6098 sayılı yeni Türk Borçlar Kanunu’nun “manevi tazminat” başlıklı 56.maddesine (önceki Yasa’da bulunmayan) ikinci fıkra eklenerek “Ağır bedensel zarar veya ölüm hâlinde, zarar görenin veya ölenin yakınlarına da manevi tazminat olarak uygun bir miktar paranın ödenmesine karar verilebilir” denilmiştir.
IV- MANEVİ TAZMİNATIN ÖLÇÜSÜ
Manevi tazminat, maddi tazminat benzeri bir hesaplama yöntemiyle belirlenebilir mi? Başka bir deyişle, manevi zarar ölçülebilir mi? Çağdaş görüşler, artık manevi tazminatın “takdir” edilmek yerine bir ölçüsü bulunması gerektiği yönündedir. Yinelersek: “Maddi zarar hesaplanır, manevi zarar takdir edilir, özdeyişi günümüzde geçerliğini yitirmiştir.”
Manevi tazminat nasıl hesaplanacak, ölçüsü ne olacaktır? Bu sorunun yanıtı, manevi zararın ne anlama geldiği ve işlevi konusundaki görüşler çerçevesinde belirlenmelidir. Bu görüşlerden hangilerinin somut ve elle tutulur olduğunu yukarda açıklamış ve manevi tazminatın, “maddi tazminatı tamamlayıcı denkleştirme işlevi” ile “caydırıcılık işlevi”nin en doğru görüşler olduğu sonucuna varmıştık. Şunun için ki, yukardaki bölümlerde yer alan değerlendirmelerde, acı ve üzüntünün ölçülemeyeceği, huzur (tatmin) duygusuna bir sınır konulamayacağı, insan doğası içinde varlığını yadsımadığımız bu duygularla bir yere varılamayacağı belli olmuş, kanıtlanmıştır. Uzun yıllardan beri ve bugün de mahkemelerce “takdir” olunan ve Yargıtay’ca değerlendirilen manevi tazminat tutarları arasındaki derin farklılıklar, duygusal çözümün yanlışlığını ortaya koymuştur. Hukuktaki gelişmeler ve çağdaş görüşler de buna karşıdır. Denildiği gibi “Dünyada hiçbir aygıtın dozunu saptayamayacağı bir acının, üzüntünün, bunalımın ve sıkıntının manevi tazminatın dayanağı ve ölçüsü sayılması yalnız akıl dışı değil, aynı zamanda sakıncalıdır. Açılacak keyfilik çığırının nerede biteceği belli olmaz.”
Manevi tazminat, duygusal doyum (tatmin) kuramından arındırıldıktan sonra, ona bir ölçü bulmak zor olmayacaktır. Yukarda geniş açıklamalarını yaptığımız ve benimsediğimiz iki temel işlevden ilki olan manevi tazminatın “maddi tazminatı tamamlayıcı denkleştirme işlevi” ile ikincisi olan “caydırıcılık işlevi” öyle sanıyoruz ki, maddi tazminat benzeri manevi tazminat hesabında bize kolaylıklar sağlayacaktır. Aşağıda bunları ele alıp bir yol bulmaya çalışacağız.
1- Manevi tazminatın, maddi tazminatı tamamlayıcı denkleştirme işlevi ve bunun uygulanması
Manevi tazminatın, maddi tazminatın eksiğini gediğini kapama işlevi, maddi tazminat hesabından farksız bir hesaplama yöntemiyle gerçekleştirilecektir. Bu hesaplamada tek fark, maddi tazminatın kazanç ögesi ile çalışma yaşı sınırlarının bir yana bırakılması olacak; kişiler ne iş yaparlarsa yapsınlar, ne kadar kazanç elde ederlerse etsinler veya hiç kazanç elde etmesinler, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, herkes için eşit, tek ve ortak bir para ölçüsüyle (asgari ücretler üzerinden) manevi tazminat (maddi tazminat hesaplanır gibi) hesaplanacak; böylece patronla işçinin, zenginle yoksulun, köydeki ağayla dağdaki çobanın yaşam hakları arasında (manevi tazminat yönünden) bir fark kalmayacaktır. Hesaplanan manevi tazminat tutarı, önce, zarar gören kişinin maddi tazminat tutarıyla (azlık, çokluk ya da yokluk durumuna göre) denkleştirilecek; daha sonra yasalarda belirtildiği gibi (BK.47,TBK.56) “olayın özellikleri gözetilerek” ikinci bir değerlendirme yapılacak; en son yargıç, yasada kendisine tanınan yetkileri kullanarak (TMK.m.4; BK.42/2-44/2; TBK.50/2-52) ve yasalardaki hükümlerin anlam ve amacına uygun biçimde, hesap sonucunun biraz altında veya biraz üstünde, ama ondan pek fazla da uzaklaşmayarak, hükme esas olacak manevi tazminat tutarını belirleyecektir. Bizce, yargıcın “takdir” yetkisi bununla sınırlı kalmalı, ölçü kaçırılmamalıdır.
Bu soyut açıklamaları somutlaştırmak gerekir diyerek, şu örnekleri veriyoruz:
Örnek:1- Haksız eylem veya hukuka aykırı durumlar sonucu ölümüne neden olunan veya öldürülen çocukların desteğinden yoksun kalan anne ve babanın maddi tazminatı, uygulanmakta olan katı ve acımasız yöntemler yüzünden çok düşük hesaplanmaktadır. İşte bu haksızlık, uygun miktarda manevi tazminatla giderilmelidir.
Örnek:2-Ülkemizde uygulanmakta olan sakatlık cetvellerinde (SSİT), estetik zarar olarak nitelenen, genellikle yüzdeki ve bedendeki kalıcı izler, işgücü kaybı olarak görülmemekte, bunlar için bir işgücü kayıp oranı belirlenmemektedir. Oysa görselliğin ağır bastığı günümüzde, güzel yüzlü, bakımlı, gösterişli insanların daha kolay iş buldukları, iş ve kazanma olanaklarının çok daha fazla olduğu bilinmektedir. Burada yapılması gereken şu olmalı: Birisi konusunda uzman hekim, ikincisi davacının mesleğinden bir meslek bilirkişisi, üçüncüsü tazminat hesap uzmanı olmak üzere üç kişilik bilirkişi kurulu aracılığı ile davacıdaki kalıcı izlerin iş ve çalışma yaşamına etkileme oranı belirlenmeli; bu oran üzerinden (maddi tazminat yöntemleriyle) hesaplanacak tazminat tutarı, yargıcın hüküm altına alacağı manevi tazminatın temelini oluşturmalıdır.
Örnek:3- Ölen kişinin, destek tazminatı alamayan yetişkin çocuklarının veya kardeşlerinin ya da başka yakınlarının tazminat istekleri manevi tazminatla karşılanacaktır. Burada da maddi tazminat benzeri (asgari ücretler üzerinden) manevi tazminat hesabında, yaşam süreleri,destek payları, varsa ölenin kusur oranı dikkate alınacak; belirlenen rakamlar, özel durumları gözeterek takdir yetkisini kullanması için yargıcın önüne konulacaktır.
Örnek:4- Yargıtay kararlarında benimsendiği üzere, hukuka aykırı bir eylem veya olay sonucu bedensel zarar meydana gelmese, bir sakatlık oluşmasa bile, ruhsal sarsıntı ve sinir bozukluğu manevi tazminat isteğini haklı kılmakta; bedensel zarara uğrayan kişinin yakınları dahi benzer bir etkilenme yüzünden aynı hakka sahip bulunmaktadırlar. Bu gibi durumlarda dahi, maddi tazminat benzeri manevi tazminat hesabı yapılabileceği kanısındayız. Her ne kadar, bu tür etkilenmelerde işgücü kayıp oranı, yaşam süresi, destek payı gibi hesap unsurları bulunmamakta ise de, bizce yasal asgari ücretin yıllık tutarı (taban) alınarak, bunun üzerinden yargıç tarafından bir değerlendirme yapılması olanaklıdır. Zaten asgari ücretin yıllık tutarının altında bir manevi tazminat düşünülmesi de, bu tür tazminattan beklenen yararı ve etkiyi sağlayamayacaktır.
2- Yargıcın gözönünde bulundurması gereken özel durumlar
BK 47. maddesindeki yargıcın, “özel durumları gözeterek”, TBK.56.maddesindeki “olayın özelliklerini gözönünde tutarak” manevi zarar adıyla adalete uygun bir tazminat ödenmesine karar verebileceğine ilişkin açıklamada, gözetilecek “özel durumlar” ya da “olayın özellikleri” neler olacaktır?
Uygulamada, uzun yıllar araştırma niteliğinde yapılan tek iş, yalnızca, Savcılık ve Karakol aracılığı ile “tarafların sosyal ve ekonomik durumlarının soruşturulması” olmuş; bu ise hiçbir yarar sağlamadığı gibi, pek çok sakıncalar da doğurmuştur. Çünkü, incelediğimiz yüzlerce dosyada gördüğümüz odur ki, kişiler kapılarına gelen polisten ürktükleri gibi, daha fazla tazminat ödeneceği inancıyla “yoksul ve muhtaç durumda olduklarını, olaydan sonra çalışmadıklarını, halen işsiz olduklarını” tutanağa yazdırmışlar, bundan yarar ummuşlardır. Daha kültürlü ve seçkin kişiler bile, türlü nedenlerle (özellikle vergi denetiminden kaygı duyarak) gerçek kazançlarını düşük göstermek gibi bir davranış içine girmişlerdir. Bu nedenlerle, polis tutanaklarının, hatta muhtarlıktan alınan bilgilerin hiçbir değeri yoktur. Mahkemeler böyle Savcılık kanalıyla soruşturma yaptıracaklarına, tapudan, vergi dairelerinden bilgi isteseler; bu tür araştırmaların anlam ve amacını taraflara anlatıp, belge sunmalarını, tanık dinletmelerini isteseler, daha sağlıklı sonuca varılacağı kanısındayız.
Öte yandan, “sosyal ve ekonomik durum ölçütü”, zengine daha çok, yoksula daha az manevi tazminat ödenmesini amaçlayan bir yönlendirme izlenimi vermektedir. Bu konuda 818 sayılı Borçlar Yasası’nın 49.maddesine 3444 sayılı yasa ile eklenen 2’nci fıkradaki “Yargıç, manevi tazminatın miktarını tayin ederken, tarafların sıfatını, işgal ettikleri makamı ve diğer sosyal ve ekonomik durumlarını da dikkate alır” hükmü çok eleştirilmiş, son derece sakıncalı bulunmuş; bu yüzden 6098 sayılı yeni Türk Borçlar Kanunu’nda böyle bir hükme yer verilmemiştir. Yeni Yasa’nın, önceki Yasa’nın 49.maddesinin karşılığı olan 58.maddesi çok yalın biçimde ve şöyle düzenlenmiştir:
Madde:58-Kişilik hakkının zedelenmesinden zarar gören, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat adı altında bir miktar para ödenmesini isteyebilir.
Hâkim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir giderim biçimi kararlaştırabilir veya bu tazminata ekleyebilir; özellikle saldırıyı kınayan bir karar verebilir ve bu kararın yayımlanmasına hükmedebilir.
Artık, 6098 sayılı yeni Türk Borçlar Kanunu’nun yukardaki hükmüne göre, mahkemelerce, savcılık ve karakol aracılığıyla “sosyal ve ekonomik durum soruşturması” yaptırılmasının bir gereği kalmamıştır. Bu tür yararsız yazışmalarla iş ve zaman kaybına neden olunmamalıdır.
Hem kişilerin onuru, saygınlığı, kişilik ve yaşam hakları, bedensel bütünlükleri, onların varlıklı veya yoksul, mevki ve makam sahibi, işveren-işçi, kentli-köylü, eğitimli-eğitimsiz, sıradan yurttaş oluşlarına bakılmaksızın; maddi zararın azlığına çokluğuna, haksız eylemin ve hukuka aykırılığın niteliğine, kusurun ve sorumluluğun derecesine göre değerlendirme yapılarak, hüküm altına alınacak manevi tazminat, maddi tazminatı tamamlayıcı ve zarar vereni caydırıcı bir işlev görebilmelidir.
Bir başka değerlendirme yanlışı da “tazminatın bir zenginleşme aracı olmaması gerektiği” biçimindeki (adeta mağdura karşı olan) anlayıştır. Hep söylediğimiz gibi, suyu bulandıran mağdur değil, suç işleyen veya hukuka aykırı eylemiyle zarar verendir. Zararı, malvarlığı eksilmesi tanımıyla sınırlandıran bu anlayıştakiler, biraz da insanı, insanın değerini, yaşamın kutsallığını gözönünde bulundurmalıdırlar. Mağdur, zarar görmüşse, bir de yargı eliyle haksızlığa uğratılmamalıdır. Terazinin kefesine biraz mağdurdan yana ağırlık koymak, sosyal hukuk devleti olmanın gereğidir.
Bizce, yasalardaki yargıcın “özel durumları” veya “olayın özellikleri” araştırma işlevi, tarafların ekonomik ve sosyal durumlarıyla sınırlı kalmamalı; başka özellikler üzerinde durulmalıdır.
3- Manevi tazminatın belirlenmesinde gözönünde bulundurulacak hususlar
Bize göre, manevi tazminatın tutarını etkileyecek özel durumlar şunlar olmalıdır:
a) Suçun ve eylemin niteliği
Suç ve eylemin kasıtlı veya taksirli oluşuna, işleniş biçimine, eylemcinin sabıkası ve daha önce benzer suç ve eylemleri olup olmadığına, ceza uygulanırken ağırlaştırıcı veya hafifletici nedenlerin dikkate alınıp alınmadığına bakılarak, suç ve eylemin toplumda yarattığı tepkinin derecesine göre bir değerlendirme yapılmalı; hükmedilecek tazminatın caydırıcı etkisi gözönünde bulundurulmalıdır.
b) Olayın ve eylemin ağırlığı
Kusur ve sorumluluk oranları tazminatın tutarını belirlemede temel unsurlardan biri olmakla birlikte, bizim burada sözünü edeceğimiz “özellik”, eylemin ve olayın kişileri etkileme derecesi ile toplumda algılanış ve yankılanış biçimidir. Örneğin, bazı trafik kazaları “cinayet gibi kaza” olarak nitelenmekte, sürücüye verilen yüzde yüz kusur oranı kişilerin ve toplumun öfkesini yatıştırmaya yetmemektedir. Gerçekten, kentin en kalabalık caddelerinde otomobil yarışı yaparak insanları ezip geçen, alkolün etkisiyle kaldırıma çıkıp durakta bekleyenlerin canına kıyan, trafik ışıklarına aldırmadan aracını insanların üzerine süren şımarık ve sorumsuz sürücülere verilen yüzde yüz (ya da sekizde sekiz) kusur oranı, manevi tazminatın ölçüsünü belirlemede yeterli olamamaktadır. Bu tür olaylarda, tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına bakmanın, davalının ödeme gücünü araştırmanın, bu ödemenin onu yoksullaştıracağı ve davacıyı zenginleştireceği gibi kaygılara düşmenin bir anlamı ve gereği yoktur.
Gene öyle suç ve eylemler vardır ki, ceza yasaları yetersiz kalmakta, zarar gören kişileri yatıştırmak ve toplum vicdanını rahatlatmak için bir şeyler yapmak gerekmektedir. O bir şeyler, suçlular ve haksız eylem sorumluları üzerinde önleyici ve caydırıcı bir işlev görecek olan yüksek tutarlı manevi tazminattır. Örneğin, aşırı kazanç hırsıyla zararlı yiyecekler ve tehlike yaratan aygıtlar üreterek ve satarak insanların sağlığıyla oynayan kişileri, demirden ve çimentodan çalarak eksik gereçlerle çürük binalar yapan inşaatçıları ve onlara onay verenleri, denetleme görevini yerine getirmeyenleri koruyup kollamanın bir anlamı yoktur Artık,yargıçlar,böyle durumlarda tarafların sosyal ve ekonomik düzeylerine, ödeme güçleri bulunup bulunmadığına bakmayıp, en yüksek manevi tazminata hükmetmelidirler.
c) Zarar görenin ve zarar verenin kişilikleri
Zarar göreni yatıştırıcı ve zarar vereni caydırıcı bir manevi tazminat tutarı, sosyal ve ekonomik durumlara göre değil, onların kişisel özelliklerine, eğitim ve kültür düzeylerine, davranış biçimlerine, özyapılarına göre belirlenmelidir. Burada anlatmak istediğimiz, asla “mevki ve makam, ad ve unvan” değildir. Yukardaki bölümlerde açıkladığımız gibi, bizim manevi tazminattan beklediğimiz yarar, maddi tazminatı tamamlayıcı bir unsur olması ve zarar veren üzerinde etkisini gösterecek caydırıcı işlev görmesidir.
Manevi tazminatın, maddi tazminatı tamamlayıcı işlevini yerine getirdiğinin söylenebilmesi için, zarar görende, zararın tam ve eksiksiz giderildiği duygusunun da yaratılması gerektiği düşüncesindeyiz. Her ne kadar (acıyı dindirme, huzur yaratma gibi) duygusal ölçülere karşı isek de, bu duyguları gözardı edemeyeceğimizi, bunları da dikkate almamız gerektiğini yukardaki bölümlerde birkaç kez yineledik. Burada şunu eklemek istiyoruz: Acı ve üzüntünün, öfkenin ve öç alma duygusunun derecesi kişiden kişiye değişir. Bu, genellikle eğitim ve kültür düzeyi ile bağlantılıdır; kişilik yapısının, yaş, cinsiyet, yaşam biçimi gibi özelliklerin de etkisi vardır. Manevi tazminat tutarını belirlerken, yargıç, bunları da gözönünde tutmalıdır.
Manevi tazminatın, zarar verende ve tazminat sorumluları üzerinde “caydırıcı” bir etki yaratabilmesi de, davalı durumundaki kişilerin eğitim ve kültür düzeyleriyle, yetiştikleri toplum ve aile çevresiyle, davranış özellikleriyle bağlantılıdır. Yargıcın, sağlıklı ve doğru bir değerlendirme yapabilmesi için, tüm bilgilerin dosyaya yansımış olması, her türlü araştırmanın yapılıp, kanıtların tam toplanmış bulunması gerekir.
d) Meslek yaşamının sona ermesi ve ekonomik geleceğin sarsılmasında ölçü
Haksız eylem sonucu bedensel zarara uğrayan kişinin, zarar gören organı yüzünden meslek yaşamı sona ermişse veya o kişi meslek değiştirmek zorunda kalmışsa, manevi tazminat tutarı belirlenirken, yargıç, bu gibi özel durumları ayrıca dikkate almalıdır. Örneğin, parmağı kopan operatör veya piyanist, kolu kesilen torna ustası, meslek hastalığına yakalanan işçi, yüzünde veya bedeninde kalıcı izler oluşan ya da yüz şekli değişen sinema ve tiyatro oyuncusu, televizyon sunucusu, manken gibi kişiler meslek değiştirmek zorunda kalmışlarsa, onların bu zararlarını, ileriye yönelik varsayıma dayalı maddi tazminat hesapları ile gidermek yeterli olmayacak; gelecekteki beklentilerini, meslek yaşamında ilerleme tutku ve özlemlerini ayrı bir ölçüye vurmak ve manevi tazminata böyle bir işlev yüklemek, böylece bir denkleştirme yapmak gerekecektir.
Ekonomik geleceğini sarsılması durumu, yalnız meslek yaşamı sona erenler veya meslek değiştirmek zorunda kalanlar için değil, bir işi ve kazancı olmayanlar ya da henüz çalışma yaşamına atılmamış bulunanlar için de söz konusudur. Örneğin, kaza sonucu sakat kalan küçük bir çocuğun ilerde seçeceği meslek önceden bilinemeyeceğinden,maddi tazminat hesabı, zorunlu olarak varsayımlara dayanacak; böyle bir hesapta yanılgı payı yüksek olacaktır. İşte bu yanılgı payının yarattığı eksiklik uygun bir manevi tazminatla giderilecektir. Bir başka örnekte, bir işi, mesleği, kazancı olmayıp, evde oturarak evlendirilmeyi bekleyen bir genç kızın estetik zararı veya sakatlığı, bir sinema oyuncusu kadar olmasa bile, onun da ekonomik geleceğini sarsacak, belki de çok iyi bir evlilik yapma şansını azaltacaktır. Bu gibi durumlarda da maddi tazminatla zararı gidermeye çalışmak, hesap unsurlarının azlığı ve yetersizliği nedeniyle hemen hemen olanaksızdır. İşte bu eksikliği giderecek olan da, bedensel zararın türüne ve zarar görenin kişisel özelliklerine uygun bir miktar manevi tazminattır.
4- Manevi tazminatın “caydırıcı” etkisi nasıl sağlanabilir?
Yargıç, ne miktar manevi tazminata hükmetmeli ki, zarar verende caydırıcı bir etki yaratabilsin. Bunun yanıtını öncelikle “caydırma” sözünde aramalıyız. Her ne kadar sözlüklerdeki anlamı “kararından döndürmek, vazgeçirmek” ise de, burada kastedilen “uslandırmak, sakındırmak, daha dikkatli davranmaya, önlem almaya,kurallara uymaya özendirmek, suç işleme alışkanlığından vazgeçirmek, suça eğilimli kişilere gözdağı vermek”tir. Cezalandırmadan beklenen de bu değil midir? O yüzden biz, caydırıcı etkiyi bir tür özel hukuk cezası olarak nitelemekte bir sakınca görmüyoruz. Şu farkla ki, cezalar yasalarda yazılı sürelere bağlı iken, caydırma işlevinin bir süresi ve ölçüsü yoktur. O yüzdendir ki, caydırıcı etki yaratsın diye manevi tazminata bir ölçü arıyoruz. Ancak bizim aradığımız ölçü, kişiden kişiye değişen içsel ve duygusal bir algılama ve etkilenme değil, nesnel (objektif) bir ölçüdür. Tıpkı acı ve üzüntüyü ölçmenin olanaksızlığı gibi, caydırıcılığın da kişiler üzerindeki etkisini saptamak olanaksızdır. Şu halde duygusal yaklaşım yanlıştır.
Öte yandan, bir cezanın veya tazminatın kişiler üzerindeki etkisi, onların kişilik yapılarına, eğitimli-eğitimsiz, varlıklı-yoksul oluşlarına, yetiştikleri ve yaşadıkları toplum kesimine, kurallara uyma-uymama alışkanlıklarına, sorumluluk duygularının gelişmiş-gelişmemiş bulunmasına, suç işleme eğilimlerine göre farklı olacaktır. Bunları da ölçüye vurmak olanaksız ise de, en azından yasada öngörülen “özel durumlar” kapsamında değerlendirilmelidir.
Bize göre, manevi tazminatın kişiler üzerindeki caydırıcı etkisi, duygusal yaklaşımlarla değil, maddi tazminat benzeri nesnel ölçülerle sağlanabilir. Yukarda, manevi tazminatın öncelikle “maddi tazminatı tamamlayıcı” bir denkleştirme işlevi görmesi gerektiğini savunmuş; maddi tazminatın yetersiz kaldığı veya hiç ödenemeyeceği durumlarda manevi tazminatın onun açığını kapatacağını söylemiştik. İşte, maddi tazminatın parasal tutarı, zarar veren kişide ve öteki sorumlularda caydırıcı bir etki yaratamayacak kadar az ise, bu açığı (maddi tazminat benzeri bir hesaplamayla) manevi tazminat kapatacaktır. Bunun gibi, hesap unsurlarının yetersizliği yüzünden zarar gören kişiler hiç maddi tazminat alamıyorlarsa, (gene maddi tazminat benzeri bir hesaplamayla) manevi tazminat bu boşluğu dolduracaktır. Bu konuda yukarda dört ayrı örnek verilmiş ve somut çözümler önerilmiştir.
5- Manevi tazminatın, maddi tazminat gibi hesaplanması
Manevi tazminatın maddi tazminat gibi hesaplanması olanaklı mıdır? Maddi tazminat benzeri bir hesaplamada hangi ögeler ve ölçüler kullanılacaktır? Aşağıda bu konudaki önerilerimizi açıklayacağız.
a) Önce, manevi tazminat için parasal birim olarak “yasal asgari ücretler” alınabilir ve bununla bir “taban ölçü” belirlenir. Kişilerin sosyal ve ekonomik düzeyleri ve kazanç durumları ne olursa olsun, maddi tazminat hesabında hangi kazanç unsuru kullanılırsa kullanılsın, manevi tazminatın hesap birimi “yasal asgari ücretler” olacak; asgari ücretlerin bir yıllık tutarı “taban” kabul edilecek, manevi tazminata hükmedilirken bu “taban”ın altına inilmeyecektir.
b) Asgari ücretlerin bir yıllık tutarı “taban” olarak alındıktan sonra, (maddi tazminatın eksik bıraktığı) yaşam süreleri ile yıllık asgari ücret tutarı çarpılacak; çıkan rakam, (kusur, işgöremezlik oranı, destek payı gibi) denkleştirme ögeleri ile netleştirildikten sonra, karar vermek üzere yargıcın değerlendirmesine sunulacaktır.
6- Maddi tazminat ile denkleştirme
Bunun için çok sayıda somut örnek hazırlamak, ayrı ayrı tablolar düzenlemek ve karşılaştırmalar yapmak gerekecektir. Bu ise uzun ve kapsamlı bir çalışmayla gerçekleşebilir. Şimdilik nasıl bir “denkleştirme” düşündüğümüzü açıklamakla yetineceğiz.
a) Madde tazminat hesaplarında yüksek kazanç, benzer olaylar arasında eşitsizlik yarattığından; örneğin, kazancı düşük olan karşısında kusuru fazla olan “az tazminat” öderken, kazancı yüksek olan karşısında kusuru az olan “çok fazla tazminat” ödediğinden, bu dengesizlik maddi tazminat ile manevi tazminatın denkleştirmesi yoluyla giderilmeye çalışılacaktır.
b) Bu denkleştirme, 6100 sayılı Yasa’nın 107.maddesine göre açılacak tazminat davalarında, “zarar ve kapsamı” belli olduktan ve maddi tazminat hesaplandıktan sonra, manevi tazminat miktarlarının açıklanması biçiminde bir uygulamaya olanak tanınırsa, daha kolay olacaktır.Yargıç dahi, zarar ve kapsamı belli olduktan (kusur ve hesap raporları verildikten) sonraki aşamada, uygun miktarlarda manevi tazminata hükmedebilecektir.
Bütün bunlar birer örnek ve öneridir. Elbette üzerinde düşünülüp tartışılacak, kurallar ve ortak dizgeler oluşturulmak gerekecektir.
V- BELİRSİZ ALACAK DAVASINDA MANEVİ TAZMİNAT
NASIL VE HANGİ AŞAMADA İSTENMELİ
6100 sayılı yeni Hukuk Yargılama Yasası’nın 107.maddesindeki “Belirsiz alacak ve tespit davası”nda manevi tazminat istenecekse, ne zaman, nasıl ve hangi aşamada isteneceği, yasa yeni olduğu için, ancak tartışılarak, ortak bir görüşte birleşilerek saptanacaktır.
Bu konuda bizim görüşlerimiz şöyledir:
1- Manevi tazminatın bölünmezliği ilkesi korunmalıdır
En başta belirtelim ki, bazı ayrık durumlar dışında, manevi tazminatın bölünmezliği ilkesinin korunması gerektiği düşüncesindeyiz.
2- Zarar ve kapsamı belli olduktan sonra, karar aşamasında istenmesi önerisi
Belirsiz alacak davasında kısmi istek söz konusu olmayıp,dilekçelere konulacak olan “harca esas değer” aslında bir “kısmi istek” değil, davanın türü ve niteliği gereği “edaya dönük bir tespit davası” olduğunun simgesidir. Çünkü, bu dava, Yasa’nın 109.maddesinde ayrıca yer alan bir “kısmi dava” değil, “belirsiz alacak davası”dır. Bu yüzden, harca esas değerin, “geçici istek sonucu” ya da “asgari istek tutarı” olarak algılanması yanlış olur. Yasa’nın 107.maddesi 1.fıkrasında “…alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir” açıklamasında, asgari miktar denilmekle yetinilmeyip “değer”den sözedilmiş olması, harca esas rakamın bir “kısmi istek tutarı” olmayıp,“simgesel” bir nitelik taşıdığının göstergesidir.
O halde, “belirsiz alacak davası” açılırken dilekçeye konulması zorunlu “harca esas değer”in içinde “manevi tazminat” unsuru bulunmamaktadır. Hem, harca esas değer “kısmi istek tutarı” olarak nitelenirse, bunun ne kadarının maddi tazminat ve ne kadarının manevi tazminat karşılığı olduğunun belirtilmesi gerekecektir ki, bu, manevi tazminatın bölünmezliği ilkesine aykırı düşer.
Peki, “belirsiz alacak davası” dilekçesi, manevi tazminat isteğini de içermekte midir? Bilineceği üzere, yargılama sonucu toplanacak kanıtlara, kusur ve hesap bilirkişilerinin raporlarına göre belirlenecek tazminat tutarı “maddi tazminata” ilişkindir. O halde manevi tazminat nerededir?
Şöyle de soralım: Belirsiz alacak davasının karar aşaması öncesinde, davacı yargılama sonucu belirlenen “maddi tazminat” tutarı için harç yatırırken, “manevi tazminat” istek tutarlarını da açıklayıp harcını yatırabilecek midir ve böylece hem maddi hem manevi tazminatın hüküm altına alınmasını isteyebilecek midir ?
Biz buna olumlu yanıt veriyoruz ve başlangıçta dava dilekçesinde maddi tazminatla birlikte “manevi tazminat” da istendiğinin belirtilmesi koşuluyla, “belirsiz alacak davasının” karar aşaması öncesinde davacı, toplanan delillere, kusur ve sorumluluk derecelerine bakarak ve son aşamada belli olan “zarar ve kapsamını” dikkate alarak ne kadar “manevi tazminat” istediğini açıklamalı, harcını yatırmalı; mahkemenin yargıcı da takdir yetkisini kullanarak, (BK.m.42/2,TBK.m.50/2) maddi tazminat ile birlikte manevi tazminat hakkında da karar vermelidir, diyoruz.
2- Manevi tazminat için ayrı bir dava açılması usul ekonomisine aykırı olacaktır.
Burada, “kısmi istek”te bulunulmadığı, belirsiz alacak davasının manevi tazminatı içermediği ileri sürülerek, ayrı bir “manevi tazminat” davası açılması ve bu davanın önceki dava ile birleştirilmesi ya da bağımsız olarak sürdürülüp sonuçlandırılması gerektiği savunulabilir. Ancak bunun usul ekonomisine aykırı olacağı, gereksiz iş ve zaman kaybına yol açacağı düşünülmelidir. 107.maddenin gerekçesinde belirtildiği gibi “miktar ya da değeri belirsiz bir alacak için dava açılması gerektiğinde birtakım sınırlamalar getirmek, dava içinde yeni taleplere veya o davanın dışında yeni davalara yol açmak, usûl ekonomisine aykırı bir durum yaratacaktır.”
Sonuç olarak, dava dilekçesinde maddi tazminatla birlikte “manevi tazminat” da istendiğinin belirtilmesi koşuluyla, “belirsiz alacak davasının” karar aşaması öncesinde davacının “manevi tazminat” istek tutarlarını açıklayıp, harcını da yatırmasından sonra, yargıcın takdir yetkisini kullanarak ((MK.4, BK.42/2-44/2, TBK.50/2-52) maddi tazminatla birlikte “manevi tazminat” hakkında da karar vermesinin en doğru uygulama olacağı düşüncesindeyiz.
3- Manevi tazminat miktarı başlangıçta açıklanırsa ölçüsüz bir istek olur
Manevi tazminat konusunda şunu da açıklığa kavuşturalım :
Manevi tazminat, başlangıçta dava açılırken miktar belirtilerek istenemez mi ? Elbette istenebilir. Ama bu, ölçüsüz ve rasgele bir istek olur. Oysa, “belirsiz alacak davası”nın sağladığı geniş olanaklarla deliller toplandıktan, olayın boyutları, kusurun derecesi ve sorumluluğun ağırlığı saptandıktan, bilirkişi incelemesi yapıldıktan, zarar ve kapsamı kesin belli olduktan sonra, ne miktar manevi tazminat istenebileceği konusunda az çok bir fikir edinilmiş, bir ölçü belirlenmiş olacaktır.
Bu yüzden diyoruz ki, başlangıçta ölçüsüz bir manevi tazminat isteği yerine, belirsiz alacak davasının sağladığı geniş olanaklardan yararlanılmalı ve manevi tazminat miktarları karar aşamasına gelindikten sonra açıklanmalı; karar öncesinde maddi ve manevi tazminatın harçları birlikte yatırılmalıdır.
VI-YARGITAY KARARLARINDA MANEVİ TAZMİNAT
Yargıtay kararlarında,yıllardan beri hep manevi tazminatın azlığı çokluğu üzerinde durulur; ama bir çözüm üretilmez. Kararların çoğunda kalıp halinde şu görüşler yinelenir:
Manevi tazminat ne bir ceza, ne de gerçek manasında bir tazminattır. Ceza değildir; çünkü, davacınn menfaati düşünülmeksizin, sorumlu olana hukukun ihlalinden dolayı yapılan bir kötülük değildir. Hakim manevi tazminata hükmederken para değerini de düşünmelidir. Hükmettiği meblağ, bir sadaka niteliği taşınmamalı, kısmen de olsa bir manevi tatmin fonksiyonu ifa etmeli; diğer tarafın müzayaka haline düşmesine, onun mahvına da meydan vermemelidir. (22.06.1966 gün 7/7 sayılı İçt.Bir K.)
Hakimin özel halleri göz önüne alarak manevi zarar adı ile hak sahibine verilmesine karar vereceği para tutarı adalete uygun olmalıdır. Bu para tutarı, asıl olarak ne tazminat ne de bir cezadır. Amacı, zarara uğrayanda bir huzur duygusu doğurmak ve ruhi ızdırabını dindirmek olması nedeniyle, tazminata benzer bir fonksiyonu vardır.
(17.HD.10.03.2009, E.2008/3265 K.2009/1293)
Manevi tazminat, kişinin çekmiş olduğu fiziksel ve manevi acıları dindirmeyi, hafifletmeyi amaçlar. Bu tazminat bizzat yaşanan acı ve elemin karşılığıdır. Bu tazminat türü, kişinin haksız eylem sonucu duyduğu acı ve elemin giderilmesini amaçladığı için, zarar gören kişi, öngördüğü miktarı belirleyerek istemde bulunabilir.
(HGK.25.11.2009, E.2009/21-484 K.2009/572)
Manevi tazminatın takdiri yapılırken tarafların sosyal ve ekonomik durumları gözetilmeli; manevi tazminatın miktarı bir taraf için zenginleşme aracı, diğer taraf için de yıkım olmamalıdır. Manevi tazminatın miktarının belirlemesinde her olaya göre değişen özel hal ve şartlar gözetilmelidir.
(13.HD.23.05.2003, E.2003/3392 K.2003/6425)
Hakimin özel halleri gözönünde tutarak manevi zarar adı ile hak sahibine verilmesine karar vereceği bir para tutarı adalete uygun olmalıdır. Hükmedilerek bu para zarara uğrayandan manevi huzuru gerçekleştirecek tazminata benzer bir fonksiyonu olan özgün bir nitelik taşır. Manevi tazminat bir ceza olmadığı gibi, mamelek hukukuna ilişkin zararın karşılanmasını da amaç edinmemiştir.
(11.HD. 1.5.2000 E. 2000/2761 K. 2000/3717)
Manevi tazminatın tutarını belirlemede, hakim, takdir hakkını kullanırken, ülkenin ekonomik koşullarını, tarafların sosyal ve ekonomik durumlarını, paranın satın alma gücünü, tarafların kusur durumunu, olayın ağırlığını, davacının sürekli iş görmezlik oranını, yaşını, olay tarihi gibi özellikleri göz önünde tutmalı; hükmedilecek tutar, manevi tatmin duygusu yanında caydırıcılık uyandıran oranla olmalıdır.
21.HD.03.05.2010, E.2009/4872 K.2010/4791
Takdir edilecek manevi tazminat, tatmin duygusunun etkisine ulaşmak için gerektiği kadar olmalıdır. 22.6.1966 gün 7/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesinde manevi tazminatın tutarını etkileyecek özel hal ve şartlar açıkça gösterilmiştir. Bunlar her olaya göre değişebileceğinden, hakim takdir hakkını kullanırken ona etkili olan nedenleri de karar yerinde objektif ölçülere göre isabetli bir biçimde göstermelidir.
4.HD.05.02.2009, E.2008/6660 K.2009/1730
Hakimin özel halleri göz önünde tutarak manevi zarar adı ile hak sahibine verilmesine karar vereceği bir para tutarı adalete uygun olmalıdır. Hükmedilecek bu para, zarara uğrayanda manevi huzuru doğurmayı gerçekleştirecek tazminata benzer bir fonksiyonu olan özgün bir nitelik taşır. Bir ceza olmadığı gibi mamelek hukukuna ilişkin zararın karşılanmasını da amaç edinmemiştir. O halde bu tazminatın sınırı onun amacına göre belirlenmelidir. Takdir edilecek miktar, mevcut halde elde edilmek istenilen tatmin duygusunun etkisine ulaşmak için gerekli olan kadar olmalıdır. 22.6.1966 günlü ve 7/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesinde takdir olunacak manevi tazminatın tutarını etkileyecek özel hal ve şartlar da açıkça gösterilmiştir.
4.HD.05.10.2005, E.2004/14130 K.2005/10238
VII-YARGITAY KARARLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
Yukardaki kararlarda yer alan görüşleri özetlersek:
1) Manevi tazminat ne bir ceza, ne de gerçek anlamda bir tazminattır, denilmektedir.
2) Manevi tazminatın, para değerine göre belirleneceği, sadaka niteliği taşımayacağı, davalının da müzayakaya düşmesine (mahvına) neden olmaması gerektiği söylenmektedir.
3) Adalete (?) uygun olacağı söylenmekte, ama bu açıklama somutlaştırılmamaktadır.
4) Bir taraf için zenginleşme aracı, diğer taraf için de yıkım olmaması hususunda özen gösterilmesi istenmektedir.
5) Manevi tazminatın, yaşanan acı ve elemin karşılığı olduğu, bir huzur ve tatmin hissi yaratacak miktarda takdir olunması gerektiği uyarısında bulunulmaktadır.
6) İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesinde, takdir olunacak manevi tazminatın tutarını etkileyecek özel hal ve şartlar açıkça gösterilmiştir, denilmesine karşın, buradan az çok bir değer ölçüsü belirleme olanağı bulunmamaktadır.
Görüldüğü gibi, bu kararlardan bir ilke oluşturmak, bir pusula elde etmek olanaksızdır. Üstelik Hukuk Genel Kurulu’nun bir kararında “Bu tazminat türü, kişinin haksız eylem sonucu duyduğu acı ve elemin giderilmesini amaçladığı için, zarar gören kişi, öngördüğü miktarı belirleyerek istemde bulunabilir” denilip işin içinden çıkılmıştır.Ama çoğu kez davacıların istekleri fazla bulunup sıkça bozma kararları verilmiştir.
Yargıçlar da, sıkça verilen bu bozma kararları karşısında, istenen manevi tazminat miktarının azlığına çokluğuna bakmadan, mutlaka istek tutarının bir miktar altında manevi tazminata hükmetmeyi (istek tutarını törpülemeyi) alışkanlık ya da kural haline getirmişlerdir.
Özetle, yargıda azlık çokluk tartışması hep süregelmiş; manevi tazminatın başka yönleri ve işlevleri üzerinde hiç durulmamış, çözümler üretilmemiştir. Yargıdaki bu uygulama hep sürecektir. Ta ki, bir çözüm üretilip benimsetilene kadar.
VIII- SONUÇ
Manevi tazminatı belirsizlikten, rasgelelikten, keyfilikten kurtarmak; benzer olaylar arasında bir denklik kurmak, kişiler arasındaki sosyal ve ekonomik eşitsizliği bir yana bırakıp, her insanın beden varlığının aynı ve eşit değerde olduğunu kabul etmenin gerçek anlamda insan haklarını savunmak olduğunu anımsatmak amacıyla ve bir öneri niteliğinde yukardaki çalışmayı yaptık ve manevi tazminata ortak bir ölçü aradık. Özetlersek, önerilerimiz şunlardır:
1) Manevi tazminatın ölçüsü, her kişiye göre değişen acı ve üzüntünün veya huzur duygusunun karşılığı olmamalı; duygusal yaklaşım yerine, daha somut değerler ölçü alınmalıdır.
2) Bize göre, manevi tazminatın iki işlevi olmalıdır. Biri, maddi tazminatın eksiğini kapatmak ve onu tamamlamak, diğeri haksız eylem ve zarar sorumluları üzerinde caydırıcı etki yaratmaktır.
3) Manevi tazminata bir (taban) sınır konulmalı; bu taban, herkes için eşit, yasal asgari ücretlerin yıllık tutarı olmalı, yargıç manevi tazminata hükmederken bunun altına inmemelidir.
4) Her olay ve her eylem için bulunacak ortak ölçülerle “maddi tazminat gibi” hesaplanacak manevi tazminat tutarları, yargıç tarafından ayrıca değerlendirilmelidir.
5) Tazminatın azlığı çokluğu sorununa en iyi çözüm, can sigortası niteliğinde zorunlu sigortalarda, artık, manevi tazminatın da yer almasıdır.
Sonuç olarak, yukardaki önerilerimiz tartışılıp ortak kurallar bulunabilirse, her yargıcın kendi anlayışına göre rasgele belirlediği rakamların yerini, ortak bir ölçü çerçevesinde saptanmış manevi tazminat tutarları alacaktır.