DEPREM YAZISI
DEPREM ZARARLARI NEDENİYLE
TAZMİNAT DAVALARI
ÇELİK AHMET ÇELİK
ÖZET:
1) Devlet, tehlikeli bölgeleri imara açtığı, İmar Yasasına ve Deprem Yönetmeliğine aykırı yapılaşmaya ruhsat ve oturma izni verdiği, sık sık imar afları çıkardığı, her başvurana inşaat (müteahhitlik) belgesi verdiği, inşaatları denetlemeyi savsakladığı, depreme karşı etkin bir örgütlenme gerçekleştirmediği, deprem sonrasında kurtarma ve barındırmada yetersiz kaldığı için sorumludur.
2) İnşaatçılar (yükleniciler) imar planına, ruhsata, ruhsat eki etüt ve projelere, standartlara ve teknik şartnamelere, Deprem Yönetmeliğine aykırı bina yaparlarsa; inşaatta kullanılan malzemeler eksik ve kalitesizse, yapılar uyulması zorunlu fen ve teknik kurallarına uygun değilse, beton dayanımı düşükse, projeyeve ruhsata göre kaçak kat çıkılmışsa,bütün bu ve benzeri nedenlerle, inşaatın teknik görevlileriyle birlikte sorumludurlar.
3) Gerek Devlete karşı İdari Yargı’da, gerek yükleniciye ve kişisel sorumlulukları bulunan teknik görevlilere ve denetim sorumlularına karşı Adli Yargı’da açılacak davalarda sürelerin ve zamanaşımının başlangıcı, binanın yapılıp teslim edildiği veya satıldığı tarih değil, Deprem olduktan ve zarar sorumluları belirlendikten sonraki tarihtir. Çünkü, bir zarar ortaya çıkıp “dava edilebilir” nitelik kazanmadıkça, idari yargıda süreler ve adli yargıda zamanaşımı işlemeye başlamaz.
I- DEPREM
1- Bir doğa olayı olarak deprem
Deprem, nerelerde olacağı bilinen, ancak ne zaman olacağı bilinemeyen bir doğa olayıdır. Şiddetli yağış ve sel baskını, fırtına, kar, çığ, toprak kayması olayları önceden bilinebilirken, depremin hangi yıl, hangi gün, hangi saatte olacağı bilinememektedir. Bununla birlikte, insanlar yaşadıkları toprakları tanımak ve ona göre yerleşim yerlerini seçmek zorundadırlar. Bilim, depremin ne zaman olacağını henüz kesin olarak bilememekle birlikte, hangi yörelerin deprem kuşağı içinde olduğu, fay hatları saptanabilmekte, tarihsel deprem olayları incelenerek hangi bölgelerde tehlikenin arttığı bilinebilmektedir.
2- Devletin ve kişilerin almaları gereken önlemler
Bilim, yer hareketlerini inceleyerek ve deprem haritaları çıkararak, hangi bölgelerin deprem kuşağı içinde olduğunu tespit edebildiğine göre, başta Devlet olmak üzere, yöre halkları yerleşim yerlerini, konut yapı türlerini ona göre seçmeli; bilimin sesine kulak vermelidirler.
Bilindiği gibi, ülkemiz, jeolojik ve topoğrafik yapısı nedeniyle büyük can ve mal kayıplarına yol açan deprem felaketleriyle sık sık karşılaşan ülkelerin başında gelmektedir.
Afetlerin önlenmesi ve zararların azaltılması amacıyla alınması gereken önlemleri araştırmak, bu konudaki temel hedef ve politikaları belirlemek, ülke içindeki bilimsel, teknik ve idari çalışmaları koordine etmek, ortak sonuçları tüzük, yönetmelik, talimat ve eğitim yoluyla uygulamaya aktarmak ve denetlemek, afet zararlarının azaltılması amacıyla ulusal ve uluslararası işbirliği, proje ve programları oluşturmak, elde edilen sonuçları uygulamaya aktarmak;
Afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı veya yerleşim için yasaklanmış afet bölgelerini tespit ve ilan etmek, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini ve projelendirme esaslarını tespit etmek, depremleri ve etkilerini incelemek, elde edilen sonuçlara göre deprem katalogları ve ülkenin deprem haritalarını hazırlamak ve geliştirmek;
Depremlerden dolayı hasar görmüş yapıların takviye ve onarım yöntemleriyle ilgili çalışmalar yapmak Devletin görev, yetki ve sorumlulukları arasında bulunmaktadır. Deprem olgusunun, doğal bir olay olarak ortaya çıkmasının yanında, idarece gerçekleştirilecek uygulamalarla doğabilecek zararların önlenmesi, hatta ortadan kaldırılması mümkündür. Başka bir anlatımla, depremin nerede, ne zaman ve hangi büyüklükte olacağı öngörülememekle birlikte, depremin yaratacağı olumsuz sonuçların öngörülebilir olduğu ve oluşacak zararların en aza indirilmesi için önceden önlem alınabileceği açık ve kesindir.
II- DEVLETİN SORUMLULUK VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ
1- Devletin doğal afetlere karşı önlem alma yükümlülüğü
a) Doğa olayları (mücbir sebep) için karşı konulamazlık, önlenemezlik, öngörülemezlik ve dışsallık (kişilerin veya idarenin istenci dışında meydana gelme) türünden tanımlar yapılmakta ise de, özel hukukta sorumluluktan kurtuluş nedenleri olabilen deprem, çok şiddetli fırtına, kasırga, yıldırım düşmesi, su baskını, ağır kış koşulları, çığ, buzlanma, yoğun sis, toprak kayması gibi doğa olaylarının büyük bölümü Devletin (idarenin) sorumluluktan kurtuluş nedeni olamamaktadır. Çünkü Devlet, yurttaşlarını her türlü tehlikelerden, doğa olaylarından dahi korumakla yükümlüdür.
O halde, doğa olaylarından kaynaklanan zararlarda, Devletin sorumluluğu yönünden nedensellik bağının kesildiği sonucuna varılmayıp, Devletin ilgili birimlerinin sorumlu olup olmadıklarının araştırılması gerekmektedir.
Örneğin depremde yıkılan yapı ve tesisler, insanların ölümüne veya bedensel zarara uğramalarına neden olmuşsa, binaların dayanıklı olup olmadıkları, eksik malzeme kullanılıp kullanılmadığı, depreme karşı yeterli önlemlerin alınıp alınmadığı; inşaat ruhsatı ve oturma izni veren, bunları denetlemekle yükümlü olan Belediyelerin, İmar Müdürlüklerinin, İmar ve İskan Bakanlığı’nın görev ve sorumluluklarını tam olarak yerine getirip getirmedikleri araştırılmalıdır.
Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun onadığı çok yeni kararlardan birinde, depremde yıkılan binanın enkazı altında kalarak yaşamını yitiren kişinin yakınlarının açtıkları davada, müteahhidin %30, fenni mesulün %37, Belediye Başkanlığı’nın proje ve uygulama konusundaki denetimini tam olarak yerine getirmediğinden dolayı %29, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın plan ve projelendirme konusundaki denetim görevini tam olarak yerine getirmediğinden dolayı %2, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın afet durumu ile ilgili gerekli çalışmaların ve denetimlerin yapılmamasından dolayı %2 oranında kusurlu olduklarına ilişkin bilirkişi kurulu raporuna göre, davalı idarelerin hizmet kusurları nedeniyle sorumlu oldukları sonucuna varılarak davanın kabulüne ilişkin karar, İstinaf ve Özel Daire aşamalarından geçtikten sonra Genel Kurul’ca onanmıştır.
Aynı biçimde Van/Erciş depreminde ölen kişinin eşi ve çocukları tarafından açılan iki ayrı davada da, davalı idareler yukardaki kararda açıklandığı biçimde kusurlu bulunmuşlar ve davaların kabulüne ilişkin kararlar Genel Kurulca onanmıştır.
b) Devletin doğa olaylarından sorumluluğu araştırılırken, doğal afetlerle ilgili yasal düzenlemelerin esas alınması gerekecektir. Bu konuda 4452 sayılı Doğal Afetlere Karşı Alınacak Önlemler ve Doğal Afetler Nedeniyle Doğan Zararların Giderilmesi İçin Yapılacak Düzenlemeler Kanunu ile Bakanlar Kurulu’na KHK çıkarma yetkisi verilmiş olup, Yasa’nın “amaç” başlıklı 1.maddesinde:
“Bu Kanunun amacı; doğal afetlere karşı alınacak önlemlerin belirlenmesi, bu afetler nedeniyle doğan zararların giderilmesi, yeni yerleşim alanlarının kurulması, imar, ihale, müteahhitlik, müşavirlik hizmetleri, (…) doğal afet bölgelerinde yeni il ve ilçeler ile yeni büyükşehir belediyeleri kurulması” ve teşkilat kanunlarında yapılacak değişiklikler ile ivedi ve zorunlu hallere münhasır olmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir” denilmiş;
Yasa’nın “İlkeler” başlıklı 3.maddesinde:
“Bakanlar Kurulu ivedi ve zorunlu hallere münhasır olmak kaydıyla, 1 inci madde ile verilen yetkiyi kullanırken;
- Doğal afetlere maruz kalan yerlerde normal yaşamın devamını sağlayacak hizmetlerin verimli, etkin ve hızlı bir biçimde yürütülmesini,
- Doğal afet bölgesindeki hasar ve tahribatın bir an önce giderilmesini,
- Doğal afet bölgesindeki hizmetlerin yürütülmesinde ilgili kuruluşlar arasında eşgüdümün sağlanmasını,
- Ülke çapında depreme dayanıklı çağdaş bir yapılaşmanın sağlanmasını,
- Doğal afet meydana gelen bölgelerin ekonomisinde dengelerin ve güven ortamının sağlanmasını, istikrarın gerçekleştirilmesini ve hızlı kalkınma için gerekli tedbirlerin alınarak verimin yükseltilmesini,
- Doğal afet bölgelerinde afetten kaynaklanan hukuki ihtilafların çözümüne dair işlemlerin hızlandırılmasını,
- Doğal afet bölgelerinde çevrenin korunmasına yönelik hizmetlerin yürütülmesini
Gözönünde bulundurur” denilmiştir.
c) Doğal Afetlerden Devletin sorumluluğu, 5902 sayılı yasa hükümlerine göre de tespit edilmelidir. Anılan yasanın “Amaç ve Kapsam” başlıklı 1.maddesi 2.fıkrasında:
“Bu Kanun; afet ve acil durumlar ile sivil savunmaya ilişkin hizmetlerin ülke düzeyinde etkin bir şekilde gerçekleştirilmesi için gerekli önlemlerin alınması ve olayların meydana gelmesinden önce hazırlık ve zarar azaltma, olay sırasında yapılacak müdahale ve olay sonrasında gerçekleştirilecek iyileştirme çalışmalarını yürüten kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonun sağlanması ve bu konularda politikaların üretilmesi ve uygulanması hususlarını kapsar” denilmiş;
4.maddesinde “Afet ve acil durum halleri öncesinde hazırlık ve zarar azaltma, afet ve acil durum hâlinde müdahale, sonrasında ise iyileştirme çalışmalarını değerlendirmek, bunlara ilişkin alınacak önlemleri belirlemek, bu önlemlerin uygulanmasını sağlamak ve denetlemek, kurum ve kuruluşlar ile sivil toplum kuruluşları arasındaki koordinasyonu sağlamak amacıyla” nasıl örgütlenileceği;
5.maddesinde ”Depremden korunmak, deprem zararlarını azaltmak, deprem sonrası yapılacak faaliyetler hakkında öneriler sunmak ve depremle ilgili araştırmalar için politikaları ve öncelikleri belirlemek amacıyla” yapılması gerekenler;
8.maddesinde Planlama ve Zarar Azaltma Dairesi Başkanlığının görevleri sayılmış olup, bunlar:
- Ülke düzeyinde uygulanacak afet ve acil durum müdahale, risk yönetimi ve zarar azaltma planlarını yapmak veya yaptırmak.
- Muhtemel afet ve acil durum bölgelerini tespit etmek ve önleyici tedbirleri ilan etmek.
- Zarara uğraması muhtemel yerlerin plan, proje ve imar esaslarını belirlemek.
- Ayni, nakdi ve insani yardım esaslarını belirlemek.
- Afet ve acil durumlar hakkında halkı bilgilendirme, bilinçlendirme ve eğitim çalışmaları yapmak.
- Yurtiçi ve yurtdışında meydana gelen afet ve acil durumlarla ilgili bilgileri toplamak ve değerlendirmek.
- Afet ve Acil Durum Eğitim Merkezinin iş ve işlemlerini yürütmek gibi önlemlerdir.
Yasa’nın diğer maddelerinde “Afet ve Acil Yardım Durum Yönetimi Başkanlığı”nın örgütlenme biçimi ve Daire Başkanlıklarının görevleri açıklanmıştır.
Yukardaki iki yasanın dışında, Kanun Hükmünde Kararnamelerle, Yönetmeliklerle ve tebliğlerle doğal afetler nedeniyle Devletin sorumluluğu ve önlem alma yükümlülükleri bulunduğu kabul olunmuştur.
2- Depremlere karşı yeterince önlem alınmamış olması gerçeği
a) 4452 sayılı Doğal Afetlere Karşı Alınacak Önlemler ve Doğal Afetler Nedeniyle Doğan Zararların Giderilmesi İçin Yapılacak Düzenlemeler Kanunu’nun “amaç” başlıklı 1.maddesi (d) bendinde “Bu Kanunun amacı, ülke çapında depreme dayanıklı çağdaş bir yapılaşmanın sağlanması” denilmiş ise de, eğer Devletin ilgili birimleri (İmar İskan Bakanlığı, İmar İl Müdürlükleri. Belediyeler) yükümlülüklerini yerine getirmiş; imar ve inşaatları yeterince denetlemiş, ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapılara engel olmuş, bunları yıkmış olsalardı, 1999 Yalova-Gölcük-İzmit depreminde, iki kez Adapazarı depreminde,, Düzce, Van, Elazığ, İzmir depremlerinde, en son merkezi Kahramanmaraş olan ve on ilimizi vuran depremde binlerce kişi ölür müydü, binalar yerle bir olur muydu ?
b) Fay hattının geçtiği bir bölgeyi yerleşime açmak, yeterince sağlam olmayan bir zemin üzerinde çok katlı yapılaşmaya izin vermek, göz yummak, neredeyse bütünüyle önemli derecede deprem bölgesi olan ülkemizde yapılacak binaların fen kurallarına uygun şekilde yapılmasını denetlememek, dere yataklarında yapılaşmaya izin vermek suretiyle sel sularının akamayarak kişilerin boğulmasına yol açmak, Devletin ilgili birimlerinin deprem, su baskını gibi doğal afetlere karşı yeterli önlemler almadığının kesin kanıtlarıdır.
c) Devletin depremden dolayı yükümlülük ve sorumlulukları konusunda Danıştay Genel Kurulu kararında “Deprem olaylarında idarenin sorumluluğunun, genellikle imar hukukundan kaynaklanan planlama ve denetleme yetkilerini gereği gibi kullanmamasından kaynaklandığı” sonucuna varılmıştır.
Bu karardan ikibuçuk yıl sonra meydana gelen 1999 depreminden zarar görenlerin açtıkları davalar nedeniyle verilen Danıştay kararlarında:
“Yapının üzerinde bulunduğu zeminin özelliği, zemin durumuna göre depreme dayanıklılığının kontrolü, yapı kullanma izni bulunup bulunmadığı, imar planları ve inşaat ruhsatlarının hangi idarelerce verildiği, yapıların imar açısından denetlenmesi, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı ve ikamet için yasaklanmış afet bölgelerinin tespit ve ilan edilip edilmediği, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini, projelendirme esaslarını, ülkenin deprem haritalarını hazırlamak konusunda idarelerin üzerlerine düşen görev ve yetkileri yerine getirip getirmediği, denetim ve kontrol görevlerini yapıp yapmadığı hususları ayrı ayrı irdelenmeli ve idarece gerekli önlemlerin alınıp alınmadığı belirlenmeli ve bunun sonucuna göre; idarenin belli bir hareket tarzı izleyip izlemediği veya hareketsiz kalıp kalmadığı ortaya konulmalıdır. Olaya bu açıdan bakınca, idarelerin hareketsizliği söz konusu olmakla, öğretide de kabul edildiği gibi, idarenin bu hareketsizliğinin "olumsuz eylem" olarak kabulü gerekmektedir” açıklamaları yapılmıştır.
Depremden zarar görenlerin açtıkları bir davada Özel Daire “Deprem nedeniyle oluştuğu ileri sürülen zararların tazmini istemiyle açılan davada, uğranılan zararın, idari eylemlerden değil, 3194 sayılı Yasa ve ilgili Yönetmelik uyarınca imar planı yapmak, inşaat ruhsatı vermek, projeyi onaylamak, yapılaşmayı kontrol etmek, yapı kullanma izni vermek gibi idari işlemlerden kaynaklandığı” sonucuna varılmış;
“Tazminat istemine konu yapının bulunduğu bölgenin çok riskli deprem kuşağında kaldığı önceden bilindiğine ve burada olacak depremin olası sonuçlarının öngörülebilmesine olanak sağlayacak düzeyde bilgi ve belgeler bulunduğuna göre, depremden doğabilecek zararların önlenmesi, en aza indirilmesi için gerekli yasal tedbirleri almayan, denetim ve kontrol görevlerini yerine getirmeyen, böylece zararın artmasına sebep olan idarenin bu tutum ve davranışı hizmet kusuru sayılabilecek idari bir eylemdir” denilmiştir.
Bir başka Özel Daire kararında da “Deprem kuşağında yer alan bir bölgede, deprem tehlikesi gözönünde bulundurularak, yerleşim alanlarının belirlenmesi, bu alanlarda yapılaşmaya ilişkin tedbirlerin alınması, uygulanması ve denetlenmesi şeklindeki idari faaliyetlerde ortaya çıkan eksikliklerin, idarenin olumsuz eylemi niteliğinde olması nedeniyle, bu olumsuz eylem ile deprem sonucu oluşan zarar arasında illiyet bağının bulunduğu ve depremin illiyet bağını kesen bir mücbir sebep olarak kabul edilemeyeceği” sonucuna varılmıştır.
Gene bir başka Özel Daire kararında “Uyuşmazlık konusu yapının deprem nedeniyle ağır hasar görerek yıkıldığı ve enkaz altında eş ve iki çocuğu kalarak vefat ettiği, davalı belediyece ara kararına verilen yanıtta davacının kiracı olarak oturmakta olduğu konutun bulunduğu binaya ilişkin işlem dosyasına rastlanılmadığının belirtildiğinin görüldüğü, binanın ruhsat almaksızın kaçak olarak yapıldığı, anılan idarece gerek yapının inşası aşamasında, gerek daha sonraki aşamalarda yapıya ilişkin olarak herhangi bir tespit ve denetim yapılmadığı, yıkılan binanın kaçak olarak inşa edilirken, hatalı malzeme ve işçilik kullanılması sonucu deprem sonrasında yıkıldığı kanaatine varıldığı, yasaların vermiş olduğu denetim ve gözetim görevlerini yerine getirmeyen davalı belediyenin zararın meydana gelmesinde yüzde yüz tam kusurlu olduğu” sonucuna varılmıştır.
Van/Erciş depreminde zarar görenlerin açtıkları davalarla ilgili kararlarda, depremde yıkılan yapı ve tesisler, insanların ölümüne veya bedensel zarara uğramalarına neden olmuşsa, binaların dayanıklı olup olmadıkları, eksik malzeme kullanılıp kullanılmadığı, depreme karşı yeterli önlemlerin alınıp alınmadığı; inşaat ruhsatı ve oturma izni veren, bunları denetlemekle yükümlü olan Belediyelerin, İmar Müdürlüklerinin, İmar ve İskan Bakanlığı’nın görev ve sorumluluklarını tam olarak yerine getirip getirmedikleri araştırılmalıdır, denilmektedir.
Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun onadığı çok yeni kararlardan birinde, depremde yıkılan binanın enkazı altında kalarak yaşamını yitiren kişinin yakınlarının açtıkları davada, müteahhidin %30, fenni mesulün %37, Belediye Başkanlığı’nın proje ve uygulama konusundaki denetimini tam olarak yerine getirmediğinden dolayı %29, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın plan ve projelendirme konusundaki denetim görevini tam olarak yerine getirmediğinden dolayı %2, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın afet durumu ile ilgili gerekli çalışmaların ve denetimlerin yapılmamasından dolayı %2 oranında kusurlu olduklarına ilişkin bilirkişi kurulu raporuna göre, davalı idarelerin hizmet kusurları nedeniyle sorumlu oldukları sonucuna varılarak davanın kabulüne ilişkin karar, İstinaf ve Özel Daire aşamalarından geçtikten sonra Genel Kurul’ca onanmıştır.
Aynı biçimde Van/Erciş depreminde ölen kişinin eşi ve çocukları tarafından açılan iki ayrı davada da, davalı idareler yukardaki kararda açıklandığı biçimde kusurlu bulunmuşlar ve davaların kabulüne ilişkin kararlar Genel Kurulca onanmıştır.
3- Devletin İmar Hukukuna ilişkin yükümlülükleri
a) İmar hukukundan kaynaklanan idari sorumluluk, kural olarak mal varlığı haklarına yönelik olup, imar hukukundan kaynaklanan bedensel zararlara ilişkin idarenin akit dışı mali sorumluluğuna yol açan durumlar da söz konusu olabilmektedir. İdarenin imar hukukundan kaynaklanan yetkileri, temel hak ve özgürlüklere sınırlama getiren kolluk yetkileridir.
İdarenin, imar yetkisi, kamu düzeninin dirlik, esenlik ve sağlık unsurlarının gerçekleştirilmesine yönelik olan ve nitelik olarak mülkiyet hakkının sınırlanması şeklinde ortaya çıkan bir yetkidir. Amacı, kamu düzeninin söz konusu unsurlarının sağlanabilmesidir. Bu amaçla, yerleşim yerlerinde mülkiyet hakkının bu amaçlara uygun olarak sınırlandırılması hususunda, başta Anayasa ve İmar Kanunu olmak üzere yasayla idareye yetkiler tanınmakta; idarenin bu yetkilerini sağlık, dirlik ve esenlik içerisinde yaşanabilecek bir yerleşim düzeni kurma amacıyla kullanması gerekmektedir.
b) Anayasa’nın 23.maddesi 1.fıkrasına göre, herkes “yerleşme hürriyetine” sahip olmakla birlikte, maddenin 2.fıkrasına göre “Yerleşme hürriyeti (…) sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak amacıyla kanunla sınırlanabilir.”
Gene Anayasa’nın “mülkiyet hakkı” başlıklı 35.maddesine göre “Herke, mülkiyet ve miras haklarına sahip” ise de,
- Bu haklar, kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
- Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.
c) 3194 sayılı İmar Kanunu’nun amaç başlıklı 1.maddesine göre “Bu Kanun, yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak amacıyla düzenlenmiştir.
Yasa’nın 5.maddesine göre “Herhangi bir saha, her ölçekteki plan esaslarına, bulunduğu bölgenin şartlarına ve yönetmelik hükümlerine aykırı maksatlar için kullanılmaz.”
Yasa’nın 21.maddesine göre “Bu Kanunun kapsamına giren bütün yapılar için (…) belediye veya valiliklerden (veya yeminli serbest mimarlık ve mühendislik bürolarından) yapı ruhsatiyesi alınması mecburidir.”
Yasa’nın 32.maddesine göre “Bu Kanun hükümlerine göre ruhsat alınmadan yapıya başlandığı veya ruhsat ve eklerine veya ruhsat alınmadan yapılabilecek yapılarda projelerine ve ilgili mevzuatına aykırı yapı yapıldığı ilgili idarece tespiti, fenni sorumlu (veya yeminli serbest mimarlık ve mühendislik bürosu) tarafından tespiti ve ihbarı veya herhangi bir şekilde bu durumun öğrenilmesi üzerine, belediye veya valiliklerce o andaki inşaat durumu tespit edilir. Yapı mühürlenerek inşaat derhal durdurulur. Ruhsat iptal edilir. Ruhsata aykırı veya ruhsatsız yapılan bina, belediye encümeni veya il idare kurulu kararının verilmesinden hemen sonra, belediye veya valilikçe yıktırılır ve masrafı yapı sahibinden tahsil edilir.
Yasa’nın 42.maddesine göre “Ruhsat alınmaksızın veya ruhsata, ruhsat eki etüt ve projelere ve imar mevzuatına aykırı olarak yapılan ya da 27 nci madde kapsamında ruhsat alınmadan yapılan yapılardan aynı maddede belirtilen koşullar sağlanmadan yapılanların sahibine, yapı müteahhidine ve aykırılığı altı iş günü içinde idareye bildirmeyen ilgili fenni mesullere, yapının mülkiyet durumuna, bulunduğu alanın özelliğine, durumuna, niteliğine ve sınıfına, yerleşmeye ve çevreye etkisine, can ve mal emniyetini tehdit edip etmediğine ve aykırılığın büyüklüğüne göre (…) idari para cezaları uygulanır:”
d) Yukarda açıkladığımız Anayasa ve İmar Kanunu hükümlerine göre, İmar Hukukuna ilişkin yükümlülükler ne derece yerine getirilmiş ve getirmektedirler? Buna ne yazık ki olumlu yanıt veremiyoruz. Çünkü:
aa) Anayasa’nın 23.maddesi 1.fıkrası uyarınca “sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmesi” gereken Devletin ilgili birimleri ve ülkeyi yönetenler, her seçim dönemi öncesinde “imar afları” çıkararak; kamu arazileri üzerine gecekondular yapılmasına, daha sonra bu çürük yapılara kat çıkılmasına göz yumarak, giderek kalabalıklaşan bu yerleri ilçe yaparak; yeşil alanları, dere yataklarını, heyelan bölgelerini imara açarak; kent içinde park, yeşil alan, toplanma alanı olarak ayrılan yerlere AVM’ler yapılmasına, art arda gökdelenler dikilmesine izin vererek büyük kentleri yaşanmaz hale getirmişlerdir. Anayasa’nın 35.maddesine aykırı olarak, “mülkiyet hakkının toplum yararına aykırı kullanılmasına” engel olunmamış; 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 1.maddesi uyarınca “yapılaşmaların plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun olması” gerekirken, bu amacı gerçekleştirme yerine, arsa ve arazi yağmacılarının (rantçıların) önü alabildiğine açılmış; onlara geniş ve sınırsız olanaklar sağlanmıştır.
bb) Çarpık ve plansız kentleşme, imar aflarıyla yasal hale getirilen çürük ve ruhsatsız yapılar yüzünden depremlerde çok sayıda yurttaşımız ölmüş ve sakat kalmıştır. Uzmanların dediği gibi “deprem öldürmemiş, çürük binalar öldürmüştür.” Deprem olmadan bile ansızın çöken binalar yüzünden gene insanlar ölmüş ve sakat kalmışlardır.
cc) Bir Danıştay kararında “Zararın davalı idarelerin yapının bulunduğu bölgenin 1.derece deprem bölgesi olmasına rağmen imar planları yaparak imara açmaları, imar planlarında yapılaşma şartları belirlenirken bölgenin özelliklerini dikkate almamaları, yapı ruhsatı verilen yapıların mevzuata ve projesine uygun olarak yapılıp yapılmadığını kontrol etmemelerinden doğduğu; bu bağlamda tazmini istenen zararın idari eylemlerden değil, 3194 sayılı Yasa ve ilgili Yönetmelik uyarınca imar planı yapmak, inşaat ruhsatı vermek, projeyi onaylamak, yapı kullanma izni vermek gibi idari işlemlerden kaynaklandığı; zararın işlemlerin icra tarihinde değil, 17.8.1999 tarihinde meydana gelen depremle ortaya çıktığı anlaşıldığından, açılan davada süreaşımı bulunduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi, Anayasa'nın 125. maddesinin 1.fıkrasındaki idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu, son fıkrasındaki idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu hükmüne aykırıdır” denilmiştir.
dd) Yargıtay 15.Hukuku Dairesi kararında da “Yasal istisnalar hariç her türlü inşaat yapımı ilgilisine göre belediye veya valiliklerden alınacak yapı ruhsatına tabidir. Ruhsat alınmış yapılarda herhangi bir değişiklik yapılması da yeniden ruhsat alınmasına bağlıdır. İstisnalar dışında ruhsat alınmadan yapıya başlanması kaçak yahut ruhsat ve eklerine aykırı yapı yapılması durumunda yerel idarelerce yıktırılır ve sahibine ve yükleniciye ceza yaptırımı uygulanır. İmar mevzuatındaki kurallar kamu düzeni gereği uyulması zorunlu ve emredici hukuk kurallarıdır. İmar kurallarına aykırılık halinde yaptırımların uygulanması yasaya aykırılıkların devamlılığı sonucunu doğurur” denilmiştir.
4- Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri Yönetmeliği
a) 24.03.2022 gün 31760 sayılı RG’de yayınlanarak yürürlüğe konulan Yönetmeliğin “Amaç” başlıklı 1,maddesinde “Bu Yönetmeliğin amacı; afet ve acil durumlara müdahalede ihtiyaç duyulacak kapasiteyi ulusal ve yerel düzeyde planlamak, bu kapasitenin olay bölgesine hızlı ve etkin bir şekilde ulaştırılmasını ve kullanılmasını sağlamak, müdahale hizmetlerini ve bu hizmetlerin koordinasyonundan sorumlu ana ve destek çözüm ortaklarının ve yerel düzeyde sorumlu birimlerin, görev ve sorumlulukları ile planlama esaslarını belirlemektir” denilmiş olup, on ili vuran Kahramanmaraş-Hatay depreminde “olay bölgesine hızlı ve etkin bir şekilde ulaşılmadığı” yaygın bir kamuoyu görüşüdür. Hatta depremi yaşayanlara göre kurtarma çalışmalarında gecikilmiş ve yetersiz kalınmıştır.
b) Yönetmeliğin 16.maddesi 4.fıkrasında “Afet öncesi bölgesel düzeyde hazırlık, planlama, bilgi paylaşımı, ortak eğitim, tatbikat ve karşılıklı yardımlaşma çalışmaları için bölge merkezi olan il koordinasyonunda, yılda en az bir defa olmak üzere bölge kapsamında bulunan bir ilde; valilerin, ana çözüm ortağı kurum ve kuruluş temsilcilerinin, büyükşehir belediye başkanlarının, il belediye başkanlarının, üniversiteler, kalkınma ajansları, sivil toplum kuruluşları, uygun görülen diğer kurum ve kuruluş temsilcilerinin katılımıyla düzenli istişare toplantıları yapılır” denilmiş olup, bilim çevrelerince depremin yaklaşmakta olduğu bölgeler hakkında bilgiler verilmesine ve uyarılarda bulunulmasına karşın, Yönetmelikte açıklanan çalışmaların yapılmadığı ve hiçbir önlem alınmadığı da bilinmektedir.
5- Devletin (idarenin) kusur sorumluluğu
a) Hizmetin kötü işlemesi,
b) Hizmetin geç işlemesi,
c) Hizmetin hiç işlememesi
Olarak üçe ayrılmaktadır.
a) Hizmetin kötü işlemesine ilişkin Danıştay kararı
Depremde yıkılan binalardan ve enkaz altında kalarak ölüm ve yaralanmalardan dolayı, yapıların can ve mal güvenliği ile mevzuata ve tekniğine uygunluk bakımından denetimini yapmak veya yaptırmak, depreme karşı dayanıksız yapılar ile imar mevzuatına, plan, proje ve eklerine aykırı yapıların ve bunların bulunduğu alanların dönüşüm projelerini ve uygulamalarını yapmak veya yaptırmanın ilgili Bakanlıkların ve idari birimlerin görevleri arasında olması; ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapıların belediye veya valilikçe durum tespiti yapılarak mühürlenip yıktırılmamış olması nedenleriyle, deprem zararlarından ilgili Bakanlıklar ve idari birimler sorumlu olup, davalı idarelerin ve belediyelerin yanı sıra, mal sahibi (yapıyı yapan yüklenici ile ruhsata aykırı yapı yaptıran), yapının proje ve eklerini düzenleyen kişiler de sorumludurlar.
İDDGK. 19.02.2020, E.2019/2428- K.2020/388
b) Hizmetin geç işlemesine ve yetersizliğine ilişkin Danıştay kararı
Deprem nedeniyle oluştuğu ileri sürülen zararların tazmini istemiyle açılan bu davada, yapının üzerinde bulunduğu zeminin özelliği, zemin durumuna göre depreme dayanıklılığının kontrolü, yapı kullanma izni bulunup bulunmadığı, imar planları ve inşaat ruhsatlarının hangi idarelerce yapıldığı ve verildiği, yapıların imar açısından denetlenmesi, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı ve ikamet için yasaklanmış afet bölgelerinin tespit ve ilan edilip edilmediği, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini, projelendirme esaslarını, ülkenin deprem haritalarını hazırlamak konusunda idarelerin üzerlerine düşen görev ve yetkileri yerine getirip getirmediği, denetim ve kontrol görevlerini yapıp yapmadığı hususları ayrı ayrı irdelenmeli ve idarece gerekli önlemlerin alınıp alınmadığı belirlenmeli ve bunun sonucuna göre; idarenin belli bir hareket tarzı izleyip izlemediği veya hareketsiz kalıp kalmadığı ortaya konulmalıdır. Olaya bu açıdan bakınca yukarıda yapılan belirleme sonucu olayda idarelerin hareketsizliği söz konusu olmakla öğretide de kabul edildiği gibi idarenin bu hareketsizliğinin ""olumsuz eylem"" olarak kabulü gerekmektedir.
6.Daire 12.04.2004, E.2004/1477 K.2004/2115
c) Hizmetin hiç işlememesine ilişkin Danıştay kararları
Ruhsatlı projesinden çok fazla sayıda ruhsatsız ilave kat yapılan inşaat hakkında davalı idarece yıkım kararı alınmışsa da imar kanununun ilgili hükümlerine karşın yıkım kararının gerçekleştirilmediği, davacının bu şekliyle satın aldığı ve yerleşilmesine olanak sağlandığı uyuşmazlık konusu olayda davalı idarenin denetim görevini de içeren idari faaliyetlerini kusurlu olarak işlettiği sonucuna ulaşılmaktadır.Bu durumda, davalı idarenin deprem sonucu yıkılan yapının inşası aşamasında yürütmesi gereken faaliyetlerini gereği gibi yerine getirmemesi sonucu oluşan hizmet kusuru nedeniyle ortaya çıkan zararı tazminle sorumludur.
6.Daire 23.05.2012 E.2011/8609 K.2012/2662
Bilindiği gibi, ülkemiz, jeolojik ve topoğrafik yapısı nedeniyle büyük can ve mal kayıplarına yol açan deprem felaketleriyle sık sık karşılaşan ülkelerin başında gelmektedir. Afetlerin önlenmesi ve zararların azaltılması amacıyla alınması gereken tedbirleri araştırmak, bu konudaki temel hedef ve politikaları belirlemek, ülke içindeki bilimsel, teknik ve idari çalışmaları koordine etmek, ortak sonuçları tüzük, yönetmelik, talimat ve eğitim yoluyla uygulamaya aktarmak ve denetlemek, afet zararlarının azaltılması amacıyla ulusal ve uluslararası işbirliği, proje ve programları oluşturmak, elde edilen sonuçları uygulamaya aktarmak, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı veya ikamet için yasaklanmış afet bölgelerini tespit ve ilan etmek, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini ve projelendirme esaslarını tespit etmek, depremleri ve etkilerini incelemek, elde edilen sonuçlara göre deprem katalogları ve ülkenin deprem haritalarını hazırlamak ve geliştirmek ve depremlerden dolayı hasar görmüş yapıların takviye ve onarım yöntemleriyle ilgili çalışmalar yapmak Devletin görev, yetki ve sorumlulukları arasında bulunmaktadır.
Deprem olgusunun, doğal bir olay olarak ortaya çıkmasının yanında, idarece gerçekleştirilecek uygulamalarla doğabilecek zararların önlenmesi, hatta ortadan kaldırılması mümkündür. Başka bir anlatımla, depremin nerede, ne zaman ve hangi büyüklükte olacağı öngörülememekle birlikte, depremin yaratacağı olumsuz sonuçların öngörülebilir olduğu ve oluşacak zararların en aza indirilmesi için önceden önlem alınabileceği açıktır.
10. Daire 28.05.2007, E.2005/9126 K.2007/3069
Anayasa'nın 125. maddesinin 1. fıkrasında; idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu belirtildikten sonra son fıkrasında; idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu hükme bağlanmıştır.
Bir idari işlem veya bir idari sözleşmenin uygulanması durumunda olmayan, idarenin her türlü faaliyetlerinden veya hareketsiz kalmasından, araçlarının kullanımından, taşınır ve taşınmaz mallarının veya tesislerinin yönetiminden dolayı oluşan zararları idari eylem sonucu oluşan zarar ve buna yol açan eylemi de sonuç olarak idari eylem kavramı içerisinde düşünmek gerekmektedir.
Deprem nedeniyle oluştuğu ileri sürülen zararların tazmini istemiyle açılan bu davada, yapının üzerinde bulunduğu zeminin özelliği, zemin durumuna göre depreme dayanıklılığının kontrolü, yapı kullanma izni bulunup bulunmadığı, imar planları ve inşaat ruhsatlarının hangi idarelerce yapıldığı ve verildiği, yapıların imar açısından denetlenmesi, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı ve ikamet için yasaklanmış afet bölgelerinin tespit ve ilan edilip edilmediği, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini, projelendirme esaslarını, ülkenin deprem haritalarını hazırlamak konusunda idarelerin üzerlerine düşen görev ve yetkileri yerine getirip getirmediği, denetim ve kontrol görevlerini yapıp yapmadığı hususları ayrı ayrı irdelenmeli ve idarece gerekli önlemlerin alınıp alınmadığı belirlenmeli ve bunun sonucuna göre; idarenin belli bir hareket tarzı izleyip izlemediği veya hareketsiz kalıp kalmadığı ortaya konulmalıdır.
Olaya bu açıdan bakınca yukarıda yapılan belirleme sonucu olayda idarelerin hareketsizliği söz konusu olmakla öğretide de kabul edildiği gibi idarenin bu hareketsizliğinin "olumsuz eylem" olarak kabulü gerekmektedir.
Mücbir sebep, sezilemeyen ve karşı konulamayan bir olayı ifade eder. Bu sebep, zararı idareye yüklenebilir olmaktan çıkaran ve zararla idari faaliyet arasındaki illiyet bağını kesen dış bir etken olarak doğal, toplumsal veya hukuki bir olaydan kaynaklanabilir. Sezilememezlik, karşı konulamamazlık, kusursuzluk ve gerçeklik halleri mücbir sebebin ayırt edici öğelerini oluşturmaktadır.
Deprem kuşağında yer alan bölgede, deprem gerçeğinin bir veri alınması suretiyle yerleşmelerle ilgili alanların belirlenmesi, bu alanlardaki yapılaşmaya ilişkin kararların alınması, uygulanması ve denetlenmesiyle ilgili idari faaliyetlerin bütünündeki olumsuzluklardan oluşan idarenin "olumsuz eyleminin" bulunması durumunda, depremin mücbir sebep olarak değerlendirilerek zararla illiyet bağını kestiğini kabule olanak bulunmamaktadır.
Bu durumda, Mahkemece uğranıldığı ileri sürülen zararın oluşumunda idarenin hizmet kusuru bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi sonucu bir karar verilmesi gerekirken depremin mücbir sebep kabul edilerek zararla idari faaliyet arasındaki nedensellik bağının ortadan kalktığı gerekçesiyle davanın reddi yolundaki kararda isabet görülmemiştir.
11. Daire 29.06.2007, E.2005/1353 K.2007/6248
d) Hizmetin geç veya hiç işlememesine ilişkin Danıştay kararı
Olayda davacıların, depremde yakınlarını kaybetmeleri nedeniyle uğradıklarını ileri sürdükleri manevi zararı, davalı idarenin deprem sonrasında yapması gereken kurtarma faaliyetlerinin ve koordinasyon çalışmalarının yetersizliğine dayandırdıkları, dolayısıyla manevi zarar, söz konusu hizmetlerin geç veya hiç işlememesi şeklinde oluşan fiil ve hareketlerle somutlaştığından, bu şekilde oluştuğu ileri sürülen zararın idari işlemlerden değil, idari eylemlerden kaynaklandığı sonucuna ulaşılmaktadır. Durum böyle olunca, olayda idarenin hareketsizliği söz konusu olmakta ve böylelikle öğretide de kabul edildiği gibi, idarenin bu hareketsizliğinin "olumsuz eylem" olarak kabulü gerekmektedir.
Bu durumda, uğranıldığı ileri sürülen manevi zararın, idarenin olumsuz eyleminden kaynaklandığı sonucuna ulaşıldığından davanın süre aşımı nedeniyle reddedilmesinde hukuka uyarlık görülmemiştir.
11.Daire 30.04.2004, E.2001/4552 K.2004/2026
6- Devletin kusursuz sorumluluğu
a) Yukardaki idari eylem ve işlemlerde bir eksiklik bulunmasa bile, Devletin “kusursuz sorumluluk” hatta “sosyal risk” ilkesi gereğince deprem zararlarını ödemekle yükümlü tutulması gerektiği kanısındayız. Anayasa’daki “sosyal devlet” ilkesi bunu gerektirir.
Örneğin, bazı Danıştay ve Yargıtay kararlarında denildiği gibi “Bina; plan ve projesine, imar düzenlemelerine ve deprem yönetmeliğine uygun yapılmış olsa bile, gerçekleşen depremin 7,4 şiddetinde olduğu göz önüne alındığında binanın deprem nedeniyle hasara uğramasının kaçınılmaz olduğu” sonucuna varılması durumunda dahi Devlet, “kusursuz sorumluluk” ilkesince depremden zarar görenlere gereken yardımları yapmalı; bu yardımlar takdire dayalı olmanın ötesinde “gerçek zararı” giderme niteliğinde olmalıdır.
b) Devletin, kusursuz olsa bile, sorumlu olacağına ilişkin Danıştay kararı
Davacıların yakınının, Merkez Komutanlığında askerlik hizmetini yaptığı sırada 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen Marmara depreminde göçük altında kalarak vefat ettiği, davalı idarece deprem bölgesinde bulunan binalar depreme karşı dayanıklı inşa edilseydi binanın yıkılmayacağı, bu yönden idarenin kusurlu olduğu, idare kusursuz olsa dahi, askerlik hizmetinin ifası amacıyla müteveffanın orada bulunmasının dahi idarenin sorumluluğu için yeterli bir neden olduğu;
Dosyanın incelenmesinden, zeminin özellikleri, imar planı, yapının imara uygunluğu gibi hususları inceleme, araştırma gibi bir durumun söz konusu olmadığı, davacının yapmış olduğu askerlik görevi dolayısıyla o binada kalmak zorunda olduğu, bu nedenle uyuşmazlığın 2577 sayılı Yasanın 13.maddesi bağlamında idarenin eylem veya eylemsizliğinden, kaynaklanan tam yargı davası olarak değerlendirildiği, ülkemizin, jeolojik ve topoğrafik yapısı nedeniyle büyük can ve mal kayıplarına yol açan deprem felaketleriyle sık sık karşılaşan ülkelerin başında geldiği, afetlerin önlenmesi ve zararların azaltılması amacıyla alınması gereken tedbirleri araştırmak, bu konudaki temel hedef ve politikaları belirlemek, ülke içindeki bilimsel, teknik ve idari çalışmaları koordine etmek, ortak sonuçları tüzük, yönetmelik, talimat ve eğitim yoluyla uygulamaya aktarmak ve denetlemek, afet zararlarının azaltılması amacıyla ulusal ve uluslararası işbirliği, proje ve programları oluşturmak, elde edilen sonuçları uygulamaya aktarmak, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı veya ikamet için yasaklanmış afet bölgelerini tespit ve ilan etmek, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini ve projelendirme esaslarını tespit etmek, depremleri ve etkilerini incelemek, elde edilen sonuçlara göre deprem katalogları ve ülkenin deprem haritalarını hazırlamak ve geliştirmek ve depremlerden dolayı hasar görmüş yapıların takviye ve onarım yöntemleriyle ilgili çalışmalar yapmanın devletin yetki, görev ve sorumlulukları arasında olduğu;
Deprem olgusunun doğal bir olay olarak ortaya çıkmasının yanında, idarece gerçekleştirilecek uygulamalarla doğabilecek zararların önlenmesi hatta ortadan kaldırılmasının mümkün olduğu, depremin, yeri, zamanı, koşulları vs. bakımından yapılacak değerlendirmelerden sonra mücbir sebep olarak değerlendirilebileceği, öngörülemezlik ölçütünün uygulanabilmesi için yer ve zaman olarak öngörmenin mümkün olmadığı fakat önlenemezlik ölçütü bakımından tedbirli ve öngörülü bir idareden beklenen özeni göstermesi sonucunda öngörülemeyen doğal olayın yaratacağı zarardan kısmen veya tamamen kaçınma olanağının mümkün olduğu, bu zarardan kaçınmak için idarenin gerekeni yapmaması durumunda ise hizmet kusurundan sorumlu olacağı;
Davacıların çocuğu ve kardeşi olan ...'in askerlik görevini ifa ederken meydana gelen deprem sırasında vefat ettiği, binanın 4 katlı 260 odalı ve 76 yıllık olduğu, binanın zaman içinde tadilata uğradığı ve ilaveler yapıldığı, depremden hemen sonra yıkılan bu binanın yıkılma nedeninin araştırılması için binadan numune alınmadığı, yapılan ilaveler ve tadilatlar nedeniyle depremden sonra yıkılan bina ile projeler arasında bağlantı kurulamadığı, aynı bölgede yıkılmayan davalı idareye ait tesisler bulunduğu, Mahkemece iki defa ara kararı ile davacıların murisinin vefat ettiği ... Su Üstü Eğitim Merkezi Komutanlığı Er Yatakhanesine ait inşaat, iskan ruhsatları ve tasdikli projelerin gönderilmesi istenilmesine rağmen bu belgelerin idarece gönderilmediği, bunun da söz konusu belgelerin olmadığına karine teşkil ettiği, bu nedenle binanın gerçek yıkım nedeninin tespitinin yapılamadığı;
Bu itibarla Türkiye gibi birinci derecede deprem bölgesinde bulunan ve sık sık depremlerin olduğu ve gelecekte de olacağı bilinen bir ülkede, depreme dayanıklı, deprem koşullarına uygun bir bina olmadığı, deprem nedeniyle sadece bu hizmet kusurunun ağırlaştığı, dolayısıyla davalı idarenin meydana gelen zararı hizmet kusurunun bulunması nedeniyle tazmin etmesi gerektiği (…) sonucuna varılmıştır.
6.Daire 19.03.2004, E.2004/359 K.2004/1691
7- Danıştay’ın ortaklaşa sorumluluk kuralına aykırı kararlarının yanlışlığı
Danıştay, her biri sorumlunun ayrı ayrı kendi kusurları oranında tazminat ödemekle yükümlü olacakları biçiminde kararlar vermekte olup, bu kararlar,, 6098 sayılı TBK’nun 61’inci ve 163 ve devamı maddelerine aykırıdır. Yasa’nın 61.maddesine göre, aynı olaydan sorumlu kişiler zarar görenlere karşı “ortaklaşa sorumlu” olup, bunlardan zararın tamamını ödeyen, Yasa’nın 62.maddesine göre, kusurları oranında diğer sorumlulara rücu edebilir. Mahkeme ilamını alan davacı, Yasa’nın 163.maddesine göre. kusur oranlarına bakılmaksızın, zararının tamamını sorumların birinden isteyebilir. Danıştay’ın her bir sorumluyu ayrı ayrı kusurları oranında sorumlu tutan kararları, yasanın bu hükümlerine aykırıdır.
Kararlardan örnekler:
Depremde yıkılan binanın enkazı altında kalarak yaşamını yitiren kişinin yakınlarının, davalı idarelerin hizmet kusurları bulunduğu savıyla açtıkları davada, maddi ve manevi tazminat istenmiş; mahkemece görevlendirilen Bilirkişi Kurulu’nun müteahhidin %30, fenni mesulün %37, davalı idarelerden Belediye Başkanlığı’nın proje ve uygulama konusundaki denetimini tam olarak yerine getirmediğinden dolayı %29, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın plan ve projelendirme konusundaki denetim görevini tam olarak yerine getirmediğinden dolayı %2, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın afet durumu ile ilgili gerekli çalışmaların ve denetimlerin yapılmamasından dolayı %2 oranında kusurlu olduğuna ilişkin raporu hükmü esas alınarak, davalı idareler “kusurları oranında” tazminat ödemekle yükümlü tutulmuşlar; ilk derece mahkemesinin bu kararı, uzun bir yargılama sürecinden sonra, karar Genel Kurul’ca onanmıştır,
Danıştay İDDGK 19.02.2020, E.2019/2428 K.2020/388 kararı
Van ili Erciş ilçesinde meydana gelen depremde apartmanın yıkılması sonucu ölen kişinin eşi ve çocukları tarafından, davalı idarenin hizmet kusuru bulunduğu savıyla açılan maddi ve manevi tazminat davasında, bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen bilirkişi raporunda, müteahhidin %30, fenni mesulün % 32, proje müellifinin %13, davalı idarelerden Erciş Belediye Başkanlığının proje ve uygulama konusundaki denetimini tam olarak yerine getirmediğinden dolayı %21, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın plan ve projelendirme konusundaki denetim görevini tam olarak yerine getirmediğinden dolayı %2, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın afet durumu ile ilgili gerekli çalışmaların ve denetimlerin yapılmamasından dolayı %2 oranında kusurlu oldukları, bu nedenle hizmet kusuru nedeniyle idarelerin kusurları oranında tazminat ödemekle yükümlü bulundukları sonucuna varılarak, bilirkişi tarafından hesaplanan destekten yoksun kalma tazminat tutarlarından, Erciş Belediye Başkanlığı’nın %21 kusuru oranında, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın %2 kusuru oranında, Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı’nın %2 kusuru oranında ödeme yapmakla yükümlü olduklarına karar verilmiş;
Bununla yetinilmeyip, Özel Daire bozma kararı uyarınca, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nda faiz başlangıcı konusu ele alınarak, davalı idarelerin kusur oranlarına göre, Belediyeye ve Şehircilik Bakanlığına karşı asliye hukuk mahkemesinde ilk davanın açıldığı tarihten, sonradan davaya katılan Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı’nın sorumluluğu yönünden, idari yargıda dava açıldığı tarihten faiz yürütülmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Danıştay İDDGK 06.05.2019, E.2018/3022-K.2019/2134 kararı
III-DEPREM ZARARLARI NEDENİYLE İDARİ YARGIDA DAVA AÇILMASI
1- Deprem zararları nedeniyle idari yargıda dava açma nedenleri
a) Depremde yıkılan binalar, ölümler ve beden gücü kayıpları nedeniyle İdari Yargı’da dava açılabilmesi için, ilgili Bakanlıkların, kamu kuruluşlarının, Belediyelerin (yukarda açıklanan) sorumlulukları ile deprem zararları arasında nedensellik bağının kurulabilmesi; binaların çökmesi veya hasarlanmasının, insanların ölmesi veya sakat kalmasının, hizmet kusurlarından, hizmetin hiç veya gereği gibi işlememesinden, idari eylem ve işlemlerdeki eksiklik ve ihmallerden, yanlış konut ve yerleşim politikalarından kaynaklanması gerekir.
b) Önceki bölümlerdeki sorumlulukları özetlersek:
- Ülke çapında depreme dayanıklı çağdaş bir yapılaşma sağlanmamışsa, fay hattının geçtiği bölgeler yerleşime açılmışsa;
- Bölgenin 1.derece deprem bölgesi olmasına rağmen, imara açılmışsa;
- İmar planlarında yapılaşma şartları belirlenirken bölgenin özellikleri dikkate alınmamışsa, Yapı ruhsatı verilen yapıların mevzuata ve projesine uygun olarak yapılıp yapılmadığı kontrol edilmemişse;
- Ülkemizde geniş bir alanı kapsayan deprem bölgelerinde yapılacak binaların fen kurallarına uygun şekilde yapılması sağlamamış ve denetlememişse;
- Devletin ilgili birimleri (İmar İskan Bakanlığı, İmar İl Müdürlükleri. Belediyeler) yükümlülüklerini gereği gibi yerine getirmemişlerse; imar ve inşaatları yeterince denetlememişlerse, ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapılara engel olmamışlarsa; yıkılması gereken binaları yıkmamışlarsa; planlama ve denetleme yetkilerini gereği gibi kullanmamışlarsa;
- Yeterince sağlam olmayan bir zemin üzerinde çok katlı yapılaşmaya izin verilmiş veya göz yumulmuşsa;
- Yapının üzerinde bulunduğu zeminin özelliği, zemin durumuna göre depreme dayanıklılığının kontrolü yapılmamışsa, yapı kullanma izni bulunup bulunmadığı araştırılmamışsa;
- İnşaat ruhsatı ve oturma izni veren, bunları denetlemekle yükümlü olan Belediyeler, İmar Müdürlükleri, İmar ve İskan Bakanlığı görev ve sorumluluklarını tam olarak yerine getirmemişlerse;
- Deprem zararları, Yasa ve Yönetmelik hükümlerine aykırı olarak imar planları yapılmasından, inşaat ruhsatı ve yapı kullanma izni verilmesi gibi idari işlemlerden kaynaklanmışsa;
- Bölgenin deprem kuşağında olmasına karşın, çarpık yapılaşmalar izin verilmiş ve siyasal amaçlarla sık sık imar afları çıkarılmışsa;
- Deprem olduktan sonra, olay bölgesine hızlı ve etkin bir şekilde ulaşılmamışsa, bu konuda yeterli planlama, örgütlenme yapılmamış, eğitim verilmemiş, araç ve gereç sağlanmamışsa;
Bütün bunlar Devletin ilgili birimlerine ve Belediyelere karşı idari yargıda dava açmanın haklı nedenleri olacaktır.
2- Dava konuları ve davacılar
a) Depremde ölen kişinin yakınları destekten yoksun kalma nedeniyle maddi ve manevi tazminat isteyebileceklerdir. Maddi tazminat isteyemeyecek durumda olanlar, örneğin, ölenin belli yaşları geçmiş çocukları yalnızca manevi tazminat isteyebileceklerdir.
b) Depremde yıkılan binalardan cesedi çıkmayan ve uzun süreden beri kendisinden haber alınamayan kişiler için, Medeni Yasa’nın 44-45.maddelerine göre işlem yapıldıktan sonra destekten yoksun kalma ve manevi tazminat davası açılabilecektir.
Medeni Yasa’nın “Cesedi bulunamayan kişi” başlıklı 44,maddesine göre “Bir kimse, ölümüne kesin gözle bakılmayı gerektiren durumlar içinde ortadan kaybolursa cesedi bulunamamış olsa bile, o yerin en büyük mülki amirinin emriyle kütüğe ölü kaydı düşürülür.
Bununla birlikte her ilgili, bu kişinin ölü veya sağ olduğunun mahkemece tespitini dava edebilir.” Yasa’nın “Gaiplik kararı” başlıklı 45.maddesine göre “Gaiplik kararı, hakimin bildirmesi üzerine, ölüm kütüğüne kaydolunur.”
Medeni Yasa’nın bu hükümlerine göre yapılacak işlemlerin tamamladığı tarih,, 2577 sayılı İdari Yargılama Yasası’nın 13.maddesindeki ilgili idareye başvuru süresinin başlangıcı olacaktır.
c) Depremde yaralanan ve beden gücü kaybına uğrayan kişiler “güç kaybı tazminatı” ve manevi tazminat isteyebileceklerdir.
d) 6098 sayılı TBK’nun 56.maddesi 2.fıkrasına göre, beden gücü kaybına uğrayan kişinin güç kaybı oranı yüksek ve ağır ise, özellikle kişi yaşam boyu bakıma muhtaç durumda ise, onun “yakınları” manevi tazminat isteyebileceklerdir.
e) Depremde ağır hasar gören veya büsbütün yıkılıp enkaz haline gelen binaların sahipleri, yapılacak tespit ve değerlendirmeler sonucu belirlenen zarar miktarları üzerinden tazminat isteyebileceklerdir.
3- Davalılar
Deprem zararları nedeniyle hangi idari birimlere karşı dava açılacağı, dava tarihindeki idari yapılanmaya göre belirlenecektir. Halen deprem sorumlusu idareler şunlardır:
a) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı
b) Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı
c) İmar ve İskan Bakanlığı
d) İlgili Belediye Başkanlığı
4- Dava türü
a) Gerek ölüm ve bedensel zararlarda ve gerek yıkılan ya da ağır hasar gören binalarda zararın tutarını belirlemede başlangıçta yoğun bir belirsizlik ve bilinmezlik bulunduğundan, depremden zarar görenlerin Devlete (ilgili idarelere) karşı açacakları davalarda dava türü, 2577 sayılı İdari Yargılama Yasası’nın 16.maddesi 4.fıkrası son cümlesindeki “belirsiz tam yargı davası” olacaktır. Buna göre dava dilekçelerinde, her bir istek konusu için harca esas simgesel değerler belirtilerek maddi ve manevi tazminat davası açılabilecektir. Şu kadarki, harca esas simgesel değerler, Yasa’nın 45.maddesi 1.fıkrasına göre belirlenen alt sınırın altında olmamalıdır. Alt sınır halen 7.000 TL. olup, sonraki yıllarda artış olmuşsa buna dikkat edilmelidir.
b) İdari Yargı’da “belirsiz tam yargı davası” uygulaması Adi Yargı’daki “belirsiz alacak davası” uygulamasından daha ileri durumdadır. Örneğin, belirsiz tam yargı davasında, dava değerinin artırılmasının, bir kez değil, kanun yolları tükeninceye kadar defalarca artırılabileceği kabul olunmuştur.
2577 sayılı Yasa’nın 16.maddesi 4.fıkrasına 6459 sayılı Yasa’nın 4.maddesiyle eklenen “dava değerinin artırılmasına” ilişkin hükmün yürürlüğe girmesinden sonra, ilk artırım dilekçesinin verilmesinden ve davalının itirazı üzerine yeni bir bilirkişi hesabı yaptırılarak ek rapor alınmasından sonra, yeniden artırım dilekçesi verilip verilemeyeceği ya da Bölge İdare Mahkemesi’nin veya Danıştay’ın davacı yararına bozma kararı vermesinden sonra, dava değerinin (yeni duruma göre) artırılıp artırılamayacağı uzun uzun tartışılmış; sonunda Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun 19.02.2020 gün E.2019/2428 K.2020/388 sayılı kararında “2577 sayılı Yasa’nın 16/4-Son maddesindeki dava değerinin artırılmasında “nihai karardan” ve “bir defaya mahsus artırım”dan neyin anlaşılması gerektiği açıklanmış; davacı tarafından artırım dilekçesinin verilmesinden sonra, yeni hukuki durumlar ortaya çıkmışsa ve mahkemece bilirkişiden ek rapor alınması gereği duyulmuşsa, önceki artırım dilekçesi geçersiz sayılarak, yeni ve değişen durumlara ve ek rapora göre verilen ikinci artırım dilekçesi üzerinden hüküm kurulması gerektiği” sonucuna varılmıştır.
Varılan bu sonuç, 16.maddenin 4.fıkrasına eklenen “belirsiz tam yargı davası” hükmüne ait gerekçenin bir gereği olup, Gerekçenin 5.paragrafında:
“Davacıya talep edilen miktarı arttırma hakkı verilmemesinin adil yargılama hakkının ihlali olarak kabul edilmesi sebebiyle, nihai karar verilinceye kadar talep edilen tazminat miktarını arttırma hakkı tanınmaktadır; “nihai karar” verilinceye kadar” kaydının olası bozmalardan sonraki hüküm aşamasını da kapsadığı şüphesizdir. İstinafta davanın yeniden görülmesi ve yeni bir karar verilmesi, ilk derece mahkemesinden bağımsız yeni bir yargılama aşaması olmasına göre, istinafta dava değeri artırılabilecektir.
Tasarının çerçeve 1 ve 3’üncü maddelerinde yer alan “nihai karar” verilinceye kadar” kaydının olası bozmalardan sonraki hüküm aşamasını da kapsadığı şüphesizdir. Ayrıca artırmanın bir defaya mahsus olduğu kuralı, örneğin bozma sonrası ve bozma gereği yapılan/yaptırılan bilirkişi incelemesindeki tazminat miktarındaki pozitif değişmeler bakımından, amaçsal yorum yapılması zaruretinin doğabileceği de gözden kaçırılmamalıdır” denilmiştir.
c) Yukardaki gerekçeye göre, dava değeri, istinaf aşamasında ve Danıştay bozma kararından sonra, değişen durumlara göre yeniden artırılabilecektir.
O kadar ki, davacı kararı temyiz etmemiş, davalı temyiz etmiş ve karar bozulmuş olup da, bozma sonrası yeniden yapılan yargılamada, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun 19.02.2020 gün E.2019/2428 K.2020/388 sayılı kararında denildiği gibi, (kararı, hukuki yararı bulunmadığı için, temyiz etmemiş olmasına rağmen) davacı yararına “yeni hukuki durumlar ortaya çıkmışsa” 2577 sayılı Yasa’nın 16/4.maddesine ilişkin Gerekçe’nin 5.maddesinde denildiği gibi “bozma sonrası ve bozma gereği yaptırılan bilirkişi incelemesinde tazminat miktarında pozitif değişmeler olmuşsa” bunların dikkate alınması gerekecek; başka bir anlatımla, davacı, hukuki yararı bulunmadığı için, kararı temyiz etmemiş olmasına ve karar davalının temyize başvurması sonucu bozulmuş olmasına rağmen, bozma sonrası yeniden yapılan yargılamada, hukuki durumlar ve maddi olgular esaslı biçimde değişmişse ve bu değişiklikler “davacı yararına” ise, bu gibi durumlar davalı yararına “usuli kazanılmış hak” oluşturmayacak; davacı artan tazminat miktarını artırabilecektir.
d) Manevi tazminat konusunda da İdari Yargı, dava dilekçesinde harca esas simgesel bir değer belirtilerek manevi tazminat isteğinin açıklanmasını ve yargılama sonucu ortaya çıkacak durumlara göre, manevi tazminat miktarının . bildirilmesini kabul etmektedir.
Bu konuda şöyle denilmektedir: “Tazminat miktarının hâkimin takdirine bağlı olduğu durumlarda, davacının davanın açıldığı anda alacağının miktarını tam ve kesin olarak belirlemesi imkânsızdır. Bu anlamda örneğin manevi tazminat taleplerinde tazminat miktarının belirlenmesi hâkimin takdirine ait olması nedeniyle, davanın açıldığı anda davacı tarafından belirlenmesi imkânsızdır. Bu nedenlerle manevi tazminat talepleri belirsiz alacak davasına konu olabilir. Çünkü manevi tazminat miktarının belirlenmesi hâkimin takdirine aittir. Gerek manevi tazminatı hâkim takdir edeceğinden, gerek bu davalarda bilirkişiye başvuru olanağı da bulunmadığından, davacının, yargılama sonucunda hâkimin takdirine göre belirlenecek bir talebi, davanın açıldığı anda tam ve kesin olarak bilmesi ve buna göre bir talepte bulunması imkânsızdır.”
Danıştay kararlarına göre: “Yasa hükmünde dava değerinin artırılmasında maddi ve manevi tazminat ayrımı yapılmamış olmasına göre, yargılamanın son aşamasında, maddi tazminata ilişkin istek tutarı artırılırken, manevi tazminat tutarı da artırılabilecektir. Artırım olanağının maddi tazminat tutarının yanında manevi tazminat tutarı için de uygulanabileceği sonucuna varılmalıdır. Bir başka ifade ile davacıların artırılan miktara isabet eden harcı ödemek suretiyle kararı veren Mahkemeye verecekleri dilekçe ile maddi tazminat ile birlikte manevi tazminat miktarını da artırmaları mümkündür.”.
5- Önceden idareye başvurma koşulu
2577 sayılı Yasa’nın 13.maddesi 1.fıkrasına göre: “İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında 60 gün içinde (08.07.2021 gün 7331 sayılı Yasa ile değişik 30 gün içinde) cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren Yasa’nın 7.maddesindeki 60 günlük dava süresi içinde dava açılabilir.”
Yasa’nın bu hükmüne göre, bedensel zarara uğrayan kişiler veya ölümlerde tazminat isteme hakkı olanlar:
a) Tazminat ödenmesi istemiyle ilgili idari makama başvuracaklardır.
b) Başvuru, zararı ve sorumluyu öğrendikleri tarihten başlayarak (1) yıl içinde, her halde eylem tarihinden (5) yıl içinde yapılacaktır.
c) İdarece ret yanıtı verilmesi durumunda, Yasa’nın 7.maddesine göre, yanıtın alındığı tarihten başlayarak (60) gün içinde dava açılacaktır
d) İdare 60 gün içinde (7331 sayılı yasa ile değişik 30 gün içinde) yanıt vermezse, bu 60 günlük (7331 sayılı yasa ile değişen 30 günlük) sürenin dolduğu günden başlayarak, Yasa’nın 7.maddesindeki (60) günlük dava açma süresi içinde İdari Yargı’da tazminat davası açılabilecektir.
e) İdare sonradan yanıt verirse, (tüm süreler geçtikten veya dava açılmış olup da süre yönünden dava reddedildikten sonra idare yanıt verirse) Yasa’nın 10.maddesi 2.fıkrası 3. cümlesine göre: “Süresinde dava açılmaması veya dava açılmış olup da İdare Mahkemesince davanın süreden reddi hallerinde, 60 günlük sürenin (7331 sayılı yasa ile değişik 30 günlük sürenin) bitmesinden sonra yetkili idarî makamlarca (kendiliğinden) yanıt verilirse, yanıtın tebliğinden itibaren yeni bir 60 gün (7331 sayılı yasa ile değişik 30 gün içinde) dava açılabilecektir.”
f) Ayrıca, ilgilinin yeni başvurusuna idarenin yanıt vermesi durumunda, yeni bir altmış günlük sürede dava açılabilme olanağı (bazı ayrık durumlar dışında) Danıştay’ca kabul edilmemektedir. Ayrık duruma örnek, ilgilinin yanlış makama başvurmuş olması ve başvurunun yetkili makama iletilmesinden sonra sürenin işlemeye başlayacak olmasıdır.
6- İdari Yargı’da dava açma süreleri
a) 2577 sayılı Yasa’nın 13.maddesi 1.fıkrasına göre “İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren (1) yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren (5) yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir.
Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren (30) gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, başvuru reddedildiği takdirde ret kararının tebliği tarihinden itibaren, Yasanın 7.maddesindeki (60) günlük dava açma süresi içinde dava açılabilir.
b) Yasa’nın 13.maddesindeki (1) ve (5) yıllık “idareye başvuru” süreleri ile Yasa’nın 7.maddesindeki (60) günlük “dava açma” süresinin işlemeye başlayabilmesi için, İdare Hukukuna ve yargılama yöntemine özgü aşağıdaki koşulların tümünün birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Daha açık söyleyişle, idareye başvuru ve dava açma süresinin işlemeye başlaması için:
aa)Eylemin “idariliğinin” yani doğan zarardan dolayı yönetimin sorumlu tutulup tutulamayacağının bilinmesi;
bb)Hangi Devlet biriminin veya kamu kurumunun sorumlu olduğunun öğrenilmesi;
cc) Ortaya çıkan zararın ve kapsamının “kesin” öğrenilmesi;
dd) Zararın “dava edilebilir” nitelik kazanması;
ee) Kamu görevlileri hakkında ceza kovuşturmasının ve ceza davası açılmışsa,dava sonuçlanıp, sorumlular ve sorumluluk nedenlerinin belli olması gerekmektedir.
7- Deprem zararlarında dava açma süresinin başlangıcı
a) Yasa’nın 13.maddesindeki “idareye başvuru” süreleri, öğretide kabul edildiği gibi, özel hukuktakinden farklı, İdare Hukukuna özgü bir “düzenleme” ise de, özel hukuktaki zamanaşımı sürelerinin işleyişine benzer yönleri de yok değildir.
Örneğin, Borçlar Yasası’nın haksız eylemlere ilişkin zamanaşımı sürelerine kesin sınır konulmuş olmayıp, bazı durumlarda bu süreler aşılabilmektedir. Bunun gibi, 2577 sayılı Yasa’nın 13.maddesindeki “idareye başvurma” ön koşuluna ilişkin (1) ve (5) yıllık süreler de aşılabilmekte; bazı olaylarda aradan uzun yıllar geçtikten sonra idareye karşı dava açılabilmektedir. Özel hukuktaki zamanaşımında olduğu gibi, idareye başvurma süreleri, kural olarak, haksız eylemden zarar görenlerin bu zararlarını ve sorumlularını “öğrenme” tarihinden işlemeye başlar ise de, kimi durumlarda “zararı” ve “sorumluyu” öğrenme yeterli olmayıp, ayrıca olay “dava edilebilme” niteliği de kazanmış bulunmalıdır.
b) Bu konuda en somut örnek “deprem zararları”dır. Uzun yıllar önce inşa edilmiş bir binanın depremde yıkılıp enkaz altında kalan insanların ölmesi ve yaralanması olayında, deprem sonrası yapılan incelemelerde binanın yıkılmasının nedeni deprem değil, bozuk ve yetersiz malzeme olduğu, ruhsata aykırı inşaat yapıldığı saptanmış; bunun sorumluları arasında önlem alma ve denetleme yükümlülüğünü gereği gibi yerine getirmeyen idarenin bulunduğu saptanarak, yıllar sonra ortaya çıkan bu durum “dava edilebilir” nitelik kazandıktan sonra, zarar gören kişilerin, Yasa’nın 13.maddesindeki “idareye başvurma” ön koşulunu gerçekleştirdikten sonra dava açabilecekleri yönünde kararlar verilmiştir.
c) İdari eylem nedeniyle uğranılan zararın tazmini talebiyle tam yargı davası açılabilmesi için, zarara sebep olan eylemin ve maddi olayın idariliğinin ve yol açtığı zararın kesin olarak ortaya çıkması zorunludur.
Bu itibarla; ancak, zararın varlığı, niteliği ve esaslı unsurları hakkında bir dava açmaya, o davayı ciddi ve objektif bir şekilde desteklemeye, gerekçelerini göstermeye elverişli yeterli hal ve şartların öğrenilmesi halinde zararın öğrenilmiş sayılacağının kabulü gerekmektedir.
d) Depremde yıkılan binalar, ölümler ve beden gücü kayıpları nedeniyle Devletin idari birimlerine karşı açılacak davalarda, idareye başvuru ve dava açma sürelerinin “zararın depremle ortaya çıktığı tarihten” başlayacağı konusunda Danıştay kararlarından örnekler:
İdari işlemlerden kaynaklanan zarar nedeniyle, idareye başvuru ve dava açma süresinin başlangıcının, zararın depremle ortaya çıktığı tarih olacağı hakkında:
İdare Mahkemesince, zararın davalı idarelerin yapının bulunduğu bölgenin 1.derece deprem bölgesi olmasına rağmen imar planları yaparak imara açmaları, imar planlarında yapılaşma şartları belirlenirken bölgenin özelliklerini dikkate almamaları, yapı ruhsatı verilen yapıların mevzuata ve projesine uygun olarak yapılıp yapılmadığını kontrol etmemelerinden doğduğunun iddia edildiği, bu bağlamda tazmini istenen zararın idari eylemlerden değil, 3194 sayılı Yasa ve ilgili Yönetmelik uyarınca imar planı yapmak, inşaat ruhsatı vermek, projeyi onaylamak, yapılaşmayı kontrol etmek, yapı kullanma izni vermek gibi idari işlemlerden kaynaklandığı;
Dava açma süresinin 2577 sayılı Yasa'nın 12.maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, dava dilekçesinde zarar doğurduğu iddia edilen işlemlerin tesis ve yürütme safhalarını tamamlamış işlemler olduğu, işlemlerden doğduğu iddia edilen zararın işlemlerin icra tarihinde değil, 17.08.1999 tarihinde meydana gelen depremle ortaya çıktığı anlaşıldığından, deprem sonucu sahibi olduğu evi yıkılan davacının bu tarihi izleyen günden itibaren 60 gün içinde veya bu süre içinde olmak koşuluyla 2577 sayılı Yasa'nın 11.maddesinde öngörülen başvuru yolunu kullandıktan sonra tam yargı davası açması gerekirken, bu süreler geçtikten sonra açılan davada süreaşımı bulunduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, bu karar davacı tarafından temyiz edilmiştir
Anayasa'nın 125. maddesinin 1.fıkrasında; idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu, son fıkrasında da, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu hükme bağlanmıştır.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununda, idari işlemlerin uygulanması ve idari eylemler nedeniyle tam yargı davası açma süreleri 12 ve 13 üncü maddelerde düzenlenmekle birlikte, idari işlem ve idari eylemlerin birlikte hak ihlaline neden olması halinde, dava açma süresinin nasıl hesaplanacağı belirlenmemiştir.
Hak arama özgürlüğünün ancak yasayla sınırlandırılması, bir davanın, yasada duraksamaya yer vermeyecek açıklıkta belirtilen sürede açılmaması halinde süre aşımı yönünden reddedilmesi mümkün olduğuna göre yargılama usulündeki belirtilen boşluk ilgililerin dava açma hakkını kaybetmelerine neden olmamalıdır. Dolayısıyla yargılama usulü hükümlerinin, ilgililerin dava açma hakları korunacak biçimde yorumlanması zorunludur.
Bu itibarla, dava açma süresinin, ilgililere zararın doğduğu tarihten itibaren 1 yıl içinde idareye başvuru ve daha sonra dava açma olanağı tanıyan 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 13.maddesine göre belirlenmesi hak arama özgürlüğünün gereğidir. Aksine bir yorumla zarara yol açan idari işlemlere göre dava açma süresinin hesaplanması, ilgililerin idari eylemlere karşı doğmuş olan dava açma hakkının gözardı edilmesi sonucunu doğuracaktır.
Ayrıca hak ihlaline neden olmaları yönünden birbirinden ayrılması mümkün olmayan idari işlemler ve idari eylemler nedeniyle açılan davanın, sadece yargılama usulündeki boşluk nedeniyle bölünmesi, davanın idari işlemlere ilişkin olduğu varsayılan bölümü için dava açma süresinin 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 12 inci maddesine göre hesaplanması da, dava açma hakkını zedeleyen zorlama bir yorum olacaktır. Bu durumda, İdare Mahkemesince, 2577 sayılı Yasa'nın 13. madde hükmü uyarınca, davacıların zarara neden olan eylemleri öğrendikleri tarih esas alınmak suretiyle davanın süresi içerisinde açılıp açılmadığının tespit edilmesi gerekmektedir.
Açıklanan nedenlerle, İdare Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Danıştay 6.Daire 30.12.2006, E.2006/931 K.2006/6661
Deprem zararı nedeniyle dava açma süresinin, zararın doğduğu tarihten başlatılması gerekir.
Bilindiği gibi, ülkemiz, jeolojik ve topoğrafik yapısı nedeniyle büyük can ve mal kayıplarına yol açan deprem felaketleriyle sık sık karşılaşan ülkelerin başında gelmektedir. Afetlerin önlenmesi ve zararların azaltılması amacıyla alınması gereken tedbirleri araştırmak, bu konudaki temel hedef ve politikaları belirlemek, ülke içindeki bilimsel, teknik ve idari çalışmaları koordine etmek, ortak sonuçları tüzük, yönetmelik, talimat ve eğitim yoluyla uygulamaya aktarmak ve denetlemek, afet zararlarının azaltılması amacıyla ulusal ve uluslararası işbirliği, proje ve programları oluşturmak, elde edilen sonuçları uygulamaya aktarmak, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı veya ikamet için yasaklanmış afet bölgelerini tespit ve ilan etmek, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini ve projelendirme esaslarını tespit etmek, depremleri ve etkilerini incelemek, elde edilen sonuçlara göre deprem katalogları ve ülkenin deprem haritalarını hazırlamak ve geliştirmek ve depremlerden dolayı hasar görmüş yapıların takviye ve onarım yöntemleriyle ilgili çalışmalar yapmak Devletin görev, yetki ve sorumlulukları arasında bulunmaktadır.
Deprem olgusunun, doğal bir olay olarak ortaya çıkmasının yanında, idarece gerçekleştirilecek uygulamalarla doğabilecek zararların önlenmesi, hatta ortadan kaldırılması mümkündür. Başka bir anlatımla, depremin nerede, ne zaman ve hangi büyüklükte olacağı öngörülememekle birlikte, depremin yaratacağı olumsuz sonuçların öngörülebilir olduğu ve oluşacak zararların en aza indirilmesi için önceden önlem alınabileceği açıktır.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununda, idari işlemlerin uygulanması ve idari eylemler nedeniyle tam yargı davası açma süreleri 12 ve 13 üncü maddelerde düzenlenmekle birlikte, idari işlem ve idari eylemlerin birlikte hak ihlaline neden olması halinde, dava açma süresinin nasıl hesaplanacağına ilişkin bir hükme yer verilmemiştir.
Bir davada uyuşmazlığın esasının incelenebilmesi, diğer koşullar yanında, davanın yasada öngörülen süre içerisinde açılmış olmasına bağlı olduğuna; dava açma hakkının, hak arama özgürlüğünün kullanılmasından başka bir şey olmadığına; temel hak ve özgürlüklerin de ancak yasayla sınırlandırılabileceğine göre; yasada açıkça düzenlenmeyen konularda, usul hükümlerindeki boşlukların, ilgililerin dava açma haklarının kullanmalarını engelleyecek biçimde yorumlanmaması gerekir.
Bu itibarla; giderilmesi istenilen hak ihlaline idari işlem ve idari eylem olarak nitelendirilen birden fazla idari tasarruf neden olmuş ve zarara yol açmaları yönünden idari işlem ve idari eylemlerin ayrılması mümkün değil ise, dava açma süresinin, ilgililere zararın doğduğu tarihten itibaren 1 yıl içinde idareye başvuru ve daha sonra dava açma olanağı tanıyan 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 13 üncü maddesine göre belirlenmesi hak arama özgürlüğünün gereğidir. Aksine bir yorumla zarara yol açan idari işlemlere göre dava açma süresinin hesaplanması, ilgililerin idari eylemler nedeniyle doğmuş olan dava açma hakkının gözardı edilmesi sonucunu doğuracaktır.
Ayrıca hak ihlaline neden olmaları yönünden birbirinden ayrılması mümkün olmayan idari işlemler ve idari eylemler nedeniyle açılan davanın, sadece yargılama usulündeki boşluk nedeniyle bölünmesi, davanın idari işlemlere ilişkin olduğu varsayılan bölümü için dava açma süresinin 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 12 nci maddesine göre hesaplanması da, dava açma hakkını zedeleyen zorlama bir yorum olacaktır.
Bu durumda bakılmakta olan davada, dava açma süresinin, yukarıda anılan Yasanın 13. maddesi kapsamında hesaplanması hakkaniyet gereği olup, aksi yönde verilen idare mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.
Danıştay 10. Daire 28.5.2007, E.2005/9126 K.2007/3069
Anne ve babalarının depremde vefat etmesi ve yaşlarının küçük olması nedeniyle idarece ilan edilen sürede hak sahipliği için başvuramayan davacıların, mahkeme kararıyla vasi atandıktan sonra yaptıkları başvurunun ( hukuken geçerli bir mazeret olarak ) kabulü gerektiği hakkında.
Davacıların İzmit'de bulunan ve depremde ağır hasar gören konuttan dolayı hak sahipliği için yaptıkları başvurunun reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davada, Sakarya 2. İdare Mahkemesi 27.9.2002 gün ve E:2001/1452, K:2002/1140 sayılı kararıyla; olayda depremde vefat eden anne ve babalarının ikamet ettikleri konutu ağır hasar gören davacıların, yaşlarının küçük olması nedeniyle idarece ilan edilen sürede başvuramadıkları, davacılar için mahkeme kararıyla vasi atandıktan sonra hak sahipliği başvurusunun yapıldığının anlaşıldığı, bu durumun mahkemelerince hukuken geçerli bir mazeret olarak kabul edildiği, dolayısıyla davacıların başvurusunun süresinde kabul edilmek suretiyle talep ve taahhütnamelerinin hak sahibi olmak için aranan koşullar yönünden değerlendirilmesi gerekirken, başvurunun ilan edilen sürelerden sonra yapıldığı gerekçesiyle reddi yolunda tesis edilen işlemin hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle işlemi iptal etmiştir. Davalı idare tarafından işlemin mevzuata uygun olduğu ileri sürülerek mahkeme kararının bozulması istenilmiştir.
İdare mahkemeleri tarafından verilen kararların temyiz yolu ile incelenerek bozulabilmeleri 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinde belirtilen nedenlerden birinin bulunması halinde mümkündür. İdare Mahkemesince verilen karar ve dayandığı gerekçe, hukuk ve usule uygun olup bozulmasını gerektirecek bir sebep de bulunmadığından, davalı idarenin temyiz isteminin reddiyle İdare Mahkemesi kararının onanmasına karar verilmiştir.
Danıştay 11.Daire 09.04.2004, E.2003/728 K.2004/1680
8- İdari Yargıda tazminat hesapları
a) İdari Yargı’da ölüm ve bedensel zararlar nedeniyle tazminat isteme haklarının gerekçeleri ve hesaplanması, bazı ayrık durumlar ve sapmalar dışında, adli yargıdaki uygulamalardan farksızdır. Gerek idari yargıda, gerek adli yargıda zaman zaman yanlış kararlar verildiği görülmekte olup, bunların önlenmesi, aşağıda açıklanacak yasa hükümleri doğru yorumlandığı ve uygulandığı takdirde, adaletli kararlar verilmiş olacaktır.
Anayasa’nın 19.maddesi son cümlesinde “kişilerin uğradıkları zararların tazminat hukukunun genel ilkelerine göre ödeneceği” hükmü yer almış olup, tazminat hakları, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 1 No.lu ek-protokolün 1 inci maddesi kapsamında özel koruma görmektedir (Anayasa m.90). Yasaya ve hesaplama ilkelerine uygun olarak belirlenen ve denkleştirilen tazminatı artırıcı veya azaltıcı yönde bir müdahale, bu hakkın ve nesafet hukukunun mahiyeti ile bağdaşmaz. (6098/TBK.m.55’in gerekçesi)
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 55.maddesine göre:
Destekten yoksun kalma zararları ile bedensel zararlar, bu Kanun hükümlerine ve sorumluluk hukuku ilkelerine göre hesaplanır. Kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar veya tazminattan indirilemez. Hesaplanan tazminat, miktar esas alınarak hakkaniyet düşüncesi ile artırılamaz veya azaltılamaz.
Bu Kanun hükümleri, her türlü idari eylem ve işlemler ile idarenin sorumlu olduğu diğer sebeplerin yol açtığı vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesine ya da kişinin ölümüne bağlı zararlara ilişkin istem ve davalarda da uygulanır.
b) Yukardaki yasa hükümlerinde yer alan “tazminat hukukunun genel ilkeleri” (Any. m.19/Son) ve “sorumluluk hukuku ilkeleri” (6098/TBK. m.55) evrensel hukuk kurallarına ve insan hakları sözleşmelerine uygun olarak belirlenmelidir. Bunların başlıcaları:
- Haksız eylemlerde zarar başlangıcı olay tarihi olup, zarar veren daima temerrüt halindedir. (Fur semper in moro)
- Gerçek belli iken varsayımlara dayanılamaz
- Tazminat, yaşam sürelerinin sonuna kadar hesaplanmalıdır.
- Can zararları bir insan hakları sorunudur
- Herkes, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme; sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. (Any.m.17 ve m.56/1)
- Devlet, herkesin hayatın,ı, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamakla” yükümlüdür. (Any.m.56/3)
c) Danıştay kararlarında “Zararın tespitinde, hesap tarihine kadar gelirlerde meydana gelen artışların zarara yansıtılması gerekir. Başka bir anlatımla, davanın görülmesi sırasında ücrette bir artış meydana gelmişse, bu yeni ücrete göre hesaplama yapılmalıdır. Dolayısıyla bu davada, uzmanlığı ve yeterliği belirlenen bir bilirkişiye hesaplama tarihine kadar gerçekleşmiş veriler esas alınarak gerçek maddi zarar yeniden hesaplattırılmalıdır” denilmiştir. Bir başka kararda da “Davacının gerçek gelirinin araştırılarak hesaplama yapılması gerektiği” açıklanmıştır.
Aynı ilke, “gerçek belli iken varsayımlara dayanılamayacağı” ilkesi, dul eşin yeniden evlenme şans oranı belirlenirken de dikkate alınmaktadır. Destekten yoksun kalan dul eş, olay tarihinden epeyce bir zaman geçtikten sonra ve hesap raporunun düzenlendiği yıla kadar evlenmemişse, yeniden evlenme şansı olay tarihindeki yaşına göre değil, rapor (hüküm) tarihindeki yaşına göre belirlenmektedir.
Bedensel zararlar konusunda Danıştay uzun yıllar yanlış ve haksız kararlar vermiş; örneğin beden gücü kaybına uğrayan kamu görevlisinin maaşlarında bir eksilme olmadığı gerekçesiyle güç kaybı tazminatı istemini reddetmiş; yıllar sonra kazancın yanlış bir değerlendirme ölçüsü olduğunun ayırdına varılıp, adli yargıda olduğu gibi güç (efor) kaybı kuramı kabul olunmuştur.
9- İdari Yargı’da tazminattan indirimler
a) Ölüm nedeniyle destekten yoksunlukta, adli yargıda olduğu gibi, kusur, evlenme şansı, çok küçük yaşta ölen çocukların yetiştirme giderleri, SGK’nun kaza sigortası dalından bağladığı rücua tabi gelirler ve nakdi tazminat ödemeleri, hesaplanan destekten yoksun kalma tazminatından indirilir.
b) Beden gücü kayıplarında, gene adli yargıda olduğu gibi, zarar görenin kusuru, SGK’nun kaza dalından bağladığı geiirlerin rücua tabi tutarları, nakdi tazminat ödemeleri, vazife malüllüğü aylığının, adi malüllük aylığını aşan miktarı tazminattan indirilir.
10- İdari Yargı’da tazminattan indirilmeyecek edinimler ve yardımlar
a) Ölüm nedeniyle destekten yoksunlukta, miras ve miras gelirleri, şirket ortaklık ve kâr payları, SGK'nun ölüm sigortasından bağladığı "dul ve yetim aylıkları, primleri ödenerek yaptırılan yaşam ve ferdi kaza sigortalarından alınan paralar tazminattan indirilmez.
b) Bedensel zararlarda, SGK’nun sigortalıya bağladığı maluliyet aylığı, Ferdi Kaza ve Sağlık Sigortası’ndan yapılan ödemeler, vazife malullüğü ve harp malullüğü aylıkları, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın bağladığı engelli aylıkları ile evde bakım ve bakıcı ücretleri
“güç kaybı” tazminatından indirilmez.
c) Yargıtay’ın ve Danıştay’ın tazminattan indirimlere ilişkin kararları, geçmişte Yargıtay 06.03.1978 gün 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme kararının ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 55.maddesi 1.fıkrasındaki “kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar ve tazminattan indirilemez. Hesaplanan tazminat, miktar esas alınarak hakkaniyet düşüncesi ile artırılamaz veya azaltılamaz" hükmü gereğidir.
11-Zararın, zarar görenin kendi imkânlarıyla giderilmesi, sorumluluğu ortadan kaldırmaz.
Hukuka aykırı olarak gerçekleşen zararın, zarar görenin kendi imkânlarıyla giderilmesi, sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Aksi görüş, zarar gören yerine, hukuka aykırı eylemle zarar veren kişinin korunmasını ortaya çıkarır ki, bu da hak ve adalet ölçülerine ters düşer. Örneğin, beden gücü kaybına uğrayan kişinin kazançlarında bir azalma olmamasından zarar gören yararlanamaz ve tazminat ödemekten kurtulamaz. Çünkü zarar gören, aynı kazancı elde ederken sakatlığı oranında daha fazla güç harcayacağından tazminat isteme hakkı vardır. Bir başka örnek: Bedensel zarara uğrayan kişinin tedavi masrafları sağlık sigortasından karşılanmışsa, bundan zarar gören yararlanamaz.
Ölüm sonucu tazminat haklarıyla ilgili konularda da, destekten yoksun kalanların bakım ihtiyaçları, ölenin mirası ve miras gelirleriyle, banka hesaplarıyla, şirket kâr paylarıyla, primleri ödenmiş dul ve yetim aylıklarıyla, hayat ve kaza sigortalarıyla karşılanmışsa, bunlardan zarar sorumluları yararlanamaz ve tazminat ödemekten kurtulamazlar.
12-Depremden zarar görenlere yapılan yardımlar tazminattan düşülmez.
Ülkeyi yönetenler veya bazı kamu kurumları, bankalar, sivil toplum kuruluşları depremden zarar görenlere bir takım yardımlar yapmaktadırlar. Bunların hiç biri Devletin ilgili ve sorumlu birimlerine açılan davalarda tazminattan düşülmez. Somut anlatımla, depremde ölen kişinin desteğinden yoksun kalanların veya beden gücü kaybına uğrayanların maddi tazminatı hesaplanırken, yapılan yardımlar tazminattan düşülmez.
Bir Yargıtay kararında “Davacılara, Gölcük Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı tarafından, ölüm yardımı, konut yardımı ve barınma yardımı yapıldığı yapılan bu yardımın hesaplanan gerçek zarar tutarından mahsup edildiği anlaşılmaktadır. Yapılan bu ödemeler rücuu edilebilir nitelikte olmayıp, mahsubu gerektiren ödemeler değildir. Bu sebeple zarar tutarından mahsup edilerek karar verilmiş olması doğru değildir” denilmiştir.
Bu konuda, daha önce açıkladığımız gibi, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 55.maddesi 1.fıkrasına göre “kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar ve tazminattan indirilemez. Hesaplanan tazminat, miktar esas alınarak hakkaniyet düşüncesi ile artırılamaz veya azaltılamaz."
IV- KAMU GÖREVLİLERİNİN KİŞİSEL SORUMLULUKLARI
1- Kamu görevlilerinin depremle ilişkili suç oluşturan eylem ve işlemleri
Devletin ve İmar İskan Bakanlığı, İmar İl Müdürlükleri, Belediyeler gibi yönetim birimlerinin depreme karşı önlem almada yükümlülüklerini yeterince yerine getirmemiş; imar ve inşaatları yeterince denetlememiş, ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapılara engel olmamış bulunmalarının; fay hattının geçtiği bölgeleri yerleşime açmalarının, sağlam olmayan bir zemin üzerinde çok katlı yapılaşmaya izin vermelerinin yanı sıra, kamu görevlilerinin de ilgisiz, özensiz, görevi savsama eylemlerinin dışında, rüşvet alarak, bir takım çıkar ilişkileri içine girerek, görevi kötüye kullanarak çarpık yapılaşmaya sebep olmaları Ceza Yasası yönünden suç olduğundan, bu gibi kişiler yargılanmış ve cezalandırılmıştır.
Bu konuda Yargıtay Ceza Daireleri kararlarından örnekler:
Belediye meclisi üyelerinin imar mevzuatına aykırı olarak suça konu olan yerin 4 kat olan inşaat yüksekliğinin 5 kata çıkartılmasına karar vermeleri, görevi kötüye kullanma suçunu oluşturur. (765/TCK m.240, 5237/TCK.m.257)
4.CD.30.05.2000, E.2000/4422 K.2000/4607
Belediye başkanı ve belediye fen memuru olan sanıkların yaptıkları denetim sonucunda yapımı devam etmekte olan bina inşaatının ruhsat ve projesine aykırı olduğunu belirledikleri halde; İmar mevzuatında mevcut idari ve cezai nitelikteki yaptırım yollarına başvurmayarak anılan inşaatın faaliyetini sürdürmesi ve tamamlanmasına neden olduklarının anlaşılması karşısında, 5237 sayılı TCK. 257.maddesinde öngörülen öğelerin bulunduğunun saptanması koşuluyla sanıkların görevi savsama suçundan mahkumiyetleri yerine, yazılı gerekçeyle beraatlerine karar verilmesi Yasaya aykırı olduğundan hükmün bozulmasına; bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine karar verildi.
4.CD. 01.05.2007, E.2007/2045 K.2007/4120
İnşaatın başlama ve bitiş tarihlerinin tespit edilerek, inşaat yapım aşamasında imara aykırı olarak yapılan yapıların denetiminde yapı denetim firması görevlilerinin ihmallerinin bulunup bulunmadığı, söz konusu imara aykırı yapıların aykırılıklarının giderilmesi amacıyla sahte belge oluşturulup oluşturulmadığı, imara aykırılık durumunun bilinmesine rağmen ilgili belediye görevlileri tarafından yapı kullanım belgesi verilerek görevin kötüye kullanılıp kullanılmadığı, imara aykırılığın tespitinden sonra mühürleme işlemi yapılan dairelerin mühürlerinin açılması suretiyle görevlerini kötüye kullanan ilgi belediye görevlilerinin olup olmadığı hususları hakkında soruşturma yapılması, dosyanın gerektiğinde bir bütün halinde bilirkişiye verilerek belirtilen konularda görüş alınması, kamu görevlisi veya kamu görevlisi statüsünde olan şüpheliler hakkında ilgi kamu kuruluşlarından soruşturma izni alınması gerekirken, belirtilen hususların yerine getirilmediği, bu haliyle eksik soruşturmaya dayalı kovuşturmaya yer olmadığına dair karara yönelik itiraz üzerine soruşturmanın genişletilmesine karar verilmesi gerektiği gözetilmeden, itirazın reddine karar verilmesinde isabet görülmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.
11.CD.04.10.2021, E.2021/11941 .2021/7731
Sanıkların, belediye görevlisi olarak inşaat projelerini tetkik ve onaylama görevlerinin gereklerini yerine getirmediklerinden bahisle haklarında aynı eylemler nedeniyle imar kirliliğine neden olma ve görevi kötüye kullanma suçlarından iddianame düzenlenip, her iki suçtan da hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararları verilmiş ise de, TCK'nın 184. maddesinde tanımlanan suçun yasal unsurlarının oluşmadığı, sanıkların eylemlerinin TCK'nın 257/1. maddesinde düzenlenen görevi kötüye kullanma suçunu oluşturduğu halde ayrıca imar kirliliğine neden olma suçundan haklarında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmesi hukuka aykırıdır.
18.CD.16.06.2020, E.2019/8870 K.2020/7488
2- Kamu görevlilerinin görevden ayrılabilir kişisel kusurları veya suç oluşturan eylemleri nedeniyle adli yargıda dava açılabilmesi
a) Kural olarak, kamu hizmetlerinin yerine getirilmesi sırasında bir zarar doğarsa, bundan kamu görevlileri sorumlu tutulamaz ve onlara karşı dava açılamaz; doğrudan doğruya idare sorumlu olur ve “hizmet kusuru” nedeniyle ilgili idareye karşı idare mahkemesinde dava açılır. Çünkü, Anayasa’nın 129.maddesi 5.fıkrasına göre:
“Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir.”
Anayasa’nın 40.maddesi 3.fıkrasına göre de “Kişinin, resmî görevliler tarafından vâki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.”
b) Kural, yukardaki gibi olmakla birlikte. eğer kamu görevlilerinin “görevden ayrılabilir kişisel kusurları” varsa, özellikle Ceza Yasası yönünden suç sayılır eylemleri varsa, yargılanıp suçlu bulunmuş ve cezalandırılmışlarsa, suçtan zarar görenler, bir yandan ilgili Devlet birimine karşı idari yargıda dava açarken, öte yandan kişi hakkında adli yargıda tazminat davası açabileceklerdir Bu davalardan hangisi önce biterse, hüküm altına alınan tazminatın tahsil edilmiş olması koyuluyla diğer dava konusuz kalmış olur, Şu kadar ki zarar türlerinden biri veya bir kaçı davaların birinde varken, diğerinde yoksa, sonuçlanan davada hüküm altına alınmayan zarar tutarları diğerinde hüküm altına alınacak ve buna göre zararın tamamı ödenmiş olacaktır.
c) Deprem zararları nedeniyle görevden ayrılabilir kişisel kusurlu olan ve Ceza Mahkemesinde yargılanıp suçlu bulunan kamu görevlileri şunlar olabilir:
- Yapı ruhsatı verenler (3194 sy.İmar Kanunu m.21-23)
- Yapı kullanma izni verenler (3194 sy.İmar Kanunu m.30)
- Belediyelerin yapı denetimi görevlileri
- Belediye fen memuru
- Belediyelerin inşaat projelerini inceleme ve onaylama görevlileri
- Belediye Başkanı ve Belediye Meclisi üyeleri
- Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı İl Müdürlüğü görevlileri
V- BİNA YAPANIN VE YAPIMINA KATILANLARIN SORUMLULUĞU
1- Yüklenicinin sorumluluğu
a) 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 28.maddesi 8’nci fıkrasına göre “ Yapı müteahhidi ve şantiye şefi; yapıyı, tesisatı ve malzemeleriyle birlikte bu Kanuna, ilgili diğer mevzuata, uygulama imar planına, ruhsata, ruhsat eki etüt ve projelere, standartlara ve teknik şartnamelere uygun olarak inşa etmek, mevzuata aykırılığı gidermek mecburiyetindedir. Yapı müteahhidi ve şantiye şefi, ilgili fenni mesullerin denetimi olmaksızın inşaat ve tesisatlarına ilişkin yapım işlerini sürdüremez, inşaat ve tesisat işlerinde yetki belgesi olmayan usta çalıştıramaz.”
Maddenin 9’uncu fıkrasına göre “Bakanlıktan veya Bakanlıkça yetkilendirilmiş idareden “uygun sınıfta” yetki belgesi almaksızın, inşaat ve tesisat dahil yapım işlerinin müteahhitliği üstlenilemez. Yetki belgeleri geçici veya “sınıflandırma yapılarak” daimi olarak düzenlenebilir. Gerçek kişilere ve özel hukuk tüzel kişilerine yapı inşa eden müteahhitlerin kayıtları, her yapı için ayrı ayrı tutulur. Bu kayıtların birer nüshası, ilgili yapı müteahhidinin yetki belgelendirmesi işlemlerinde değerlendirilmek üzere Bakanlığa gönderilir. Müteahhitlere yetki belgesi verilmesi işlemleri, bu kayıtlar da değerlendirilerek Bakanlıkça yürütülür.”
b) Başta 1999 Marmara depremi olmak üzere bugüne kadar yurdun çeşitli yörelerinde 0meydana gelen depremlerde yıkılan binalar, ölümler ve beden gücü kayıpları nedeniyle adli yargıda açılan davalarda verilen kararlar ile Yargıtay’ın onama veya bozma kararlarından derlediğimiz sorumluluk nedenleri:
- Binanın yapıldığı tarihteki deprem yönetmeliğine uygun olmaması,
- Kullanılan malzeme ve işçiliğin kalitesiz olması,
- Kolon bağlantı etriye aralıklarının fazla olması,
- Mesnetler ve ilave teçhizatların konulmaması,
- Binada deniz kumu kullanılması,
(4.HD. 26.6.2012, E.2012/6193 K.2012/11187)
- Binanın projesinin deprem yönetmeliğine uygun olmaması,
- Kullanılan malzeme ve inşaat tekniğinin kalitesiz olması,
- Yapının uyulması zorunlu fen ve teknik kurallara uygun olmaması,
- Deprem Yönetmeliği hükümlerine göre beton dayanımının düşük olması,
- Etriye donatılarının yetersiz olup sıklaştırma bölgelerindeki donatıların iyi bağlanmaması nedeniyle beton dökümü sırasında yer değiştirmiş olması,
- Binanın deprem hesabı yapılmadan inşa edilmiş olması,
- Kötü ve yetersiz işçilik nedeniyle binanın ağır hasar görmesi ve a yıkılması,
- Projeye göre (5) katlı binaya kaçak katlar yapılarak (7) kata çıkarılması.
(9. CD.01.10.2007, E.2007/8356 K.2007/6897)
- Binanın projesine aykırı olarak harç sıva yerine alçı sıva yapılması,
- İç ve dış sıvaların, kolon-kiriş detaylarının mevzuatta öngörülen kalınlıkta olmaması,
- Bina duvarlarında ve çatısında uygun malzeme kullanmamaları,
- Duvar kalınlığının az olması
(4.CD.16.06.2014, E.2013/24871 K.2014/21813)
2- Yüklenicinin sorumluluğuna ilişkin Yargıtay kararları
- Binaların inşa edildiği zaman yürürlükte bulunan Deprem Yönetmeliği hükümlerine göre beton dayanımının düşük olduğu,
- Etriye donatılarının yetersiz olup sıklaştırma bölgelerindeki donatıların iyi bağlanmaması nedeniyle beton dökümü sırasında yer değiştirdikleri tesbit edilmiştir.
- Tesbit edilen bulgulara göre, yapıların fen ve teknik kurallara ve tabi olduğu 1975 tarihli Deprem Yönetmeliği hükümlerine aykırı, yani yasal yönden ayıplı inşa edildiği saptanmış bulunmaktadır.
- Bu ayıplar yapının tesliminden sonra, meydana gelen deprem nedeniyle oluşan hasarların incelenmesi sırasında anlaşılabilmiştir. Bu nedenledir ki, gizli ayıp niteliğinde olduklarının kabulünde zorunluluk vardır (BK. m.362 ) Gizli ayıp, kısa bir tanımlama yapmak gerekirse; eserin teslimi sırasında ilk bakışta görülemeyen, muayene ile hemen anlaşılamayan, sonradan kullanılmakla veya somut uyuşmazlıkta görüldüğü gibi deprem ve benzeri bir olay vesilesiyle ortaya çıkan ayıptır.
- Ayıplı iş ise vasıf eksikliğini ifade eder (HGK.08.10.2003, E.2003/15-474 K, 2003/545). O sebeple de vasıf eksikliği bulunduğu veya ayıplı inşa edildiği anlaşılan binalar nedeniyle yüklenicinin sorumlu olması gerekir
15.HD. 28.12.2011, E.2011/2539 K.2011/8023
Bilirkişi raporunda davalının binanın deprem yönetmeliğine uygun yapılmaması, kullanılan malzeme ve işçiliğin kalitesiz olması, kolon bağlantı etriye aralıklarının fazla olması, mesnetler ve ilave teçhizatların konulmaması gibi teknik hatalara göre tam kusurlu bulunması üzerinde durulmuştur. Yukarıda sayılan eksiklik ve hataların davalının kusurunu oluşturduğu kabul edilmişse de, binanın yapımı tarihindeki deprem yönetmeliğine uygun yapılıp yapılmadığı ve yerin deprem bölgesi derecesinin değişmesi ile depremin şiddetinin bu kusur oranına etkisinin araştırılması istenilmiştir. İlk karar öncesi yapılan bilirkişi incelemesi, ceza dosyasındaki bilirkişi raporu ve tespit dosyasındaki bilirkişi raporlarına göre binada deniz kumu kullanıldığı, işçiliğin kalitesiz olduğu, kiriş-kolon bağlantı etriye aralıklarının uygun olmadığı ve teknik hatalar bulunduğu belirlenmiş olup bunlar davalının kusurunu oluşturmaktadır.
4.HD. 26.6.2012, E.2012/6193 K.2012/11187
Dava konusu maddi zarar, 17 Ağustos 1999 günü meydana gelen deprem sonucu oluşmuştur. Yerel mahkemece alınan bilirkişi raporunda, dava konusu binanın projesinin deprem yönetmeliğine uygun olmadığı gibi kullanılan malzeme ve inşaat tekniğinin de kalitesiz olduğu belirlenmiştir.
Davalı yüklenici yanca inşa edilen binaların 2003 yılında meydana gelen deprem sonucu hasara uğraması nedeniyle idarece yaptırılan incelemelere göre yapının uyulması zorunlu fen ve teknik kurallara uygun olmadığı saptanmış, bilirkişi kurulu raporunda, yapılan deney sonuçları itibariyle özetle; binaların inşa edildiği zaman yürürlükte bulunan 1975 tarihli Deprem Yönetmeliği hükümlerine göre beton dayanımının düşük olduğu, etriye donatılarının yetersiz olup sıklaştırma bölgelerindeki donatıların iyi bağlanmaması nedeniyle beton dökümü sırasında yer değiştirdikleri tesbit edilmiştir.
Bilirkişi raporunda, binanın deprem hesabı yapılmadan inşa edilmesi ile kötü ve yetersiz işçilik nedeniyle ağır hasar gördüğü ve daha sonra da yıkıldığı bildirilmiştir.
Taksirle bina yıkılması sonucu ölüme sebebiyet vermek suçundan sanığın teknik sorumlusu olduğu yıkılan binanın 7 katlı olduğu, oysa yanlış projenin dosya içerisine getirtilmesi sonucu mevcut projeye göre binanın 5 katlı olduğu, 2 katın kaçak olarak yaptırıldığı anlaşılmıştır.
9. CD.01.10.2007, E.2007/8356 K.2007/6897
Depremin de etkisiyle bir yapının yıkılması olayında İmar Kanunu ile bu kanuna göre çıkartılan "Afet Bölgelerinde Yapılacak Yapılar ile İlgili Yönetmelik" hükümleri de gözönünde tutulmalıdır. Ülkemizin konumu, içinde bulunduğu deprem kuşağı ve bu coğrafyada sürekli olarak depremlerle beraber yaşanması gibi bilinen gerçekler dikkate alındığında, doğa olaylarından biri olan ve öngörülebilen deprem olgusuna göre ve bu olgunun gerektirdiği kurallara uygun yapılaşma zorunludur. Bir yapı için, plan ve projenin hazırlanması, özellikle statik hesapların sağlıklı yapılması, bu plan ve projeye uygun olarak, kalite ve miktar bakımından ve uygun malzeme kullanılmak suretiyle inşa edilmesi ve bu hususların yürürlükte olan me00vzuata uygunluğunun denetlenmesi gereklidir.
Bu silsile içerisindeki kişi veya kişilerin yapının yıkılmasına etkisi bulunan kusurlu hareketlerinden dolayı sorumlu tutulacakları kuşkusuzdur. Harici bir olay olan depremin illiyet bağını kesecek derecede kaçınılmazlık hali sayılarak ceza sorumluluğunu bertaraf edebilmesi için, oluşan zararlı sonucu insan faktörünün etkilenmemesi, yani yapının kurallara uygun olarak yapılması ve sonradan değişiklikte bulunulması halinde de bu değişikliklerin statik değerlere aykırı ve esaslı müdahale niteliğinde olmaması gereklidir.
4. HD.16.02.2010, E.2009/14476 K.2010/1356
Somut olayda davalıların, Yapı Yönetmeliklerinde öngörülen koşullara uymamakla, hukuka aykırı davrandıkları açıktır. Zararın var olduğu da tartışmasızdır. Tartışma, davalıların zararın meydana gelmesinde kusurları olup olmadığı ve zararla hukuka aykırı eylem arasında uygun illiyet bağının bulunup-bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Davacı iddiasında, davalıların yönetmeliklere uygun yapı yapmadıklarını, meydana gelen depremin etkisiyle binanın yıkıldığını, bu yüzden davalıların kusurlu olduklarını ileri sürmüştür. Gerçekten yapının öngörülen koşullarda yapılmadığı açıktır. Demek oluyor ki, davalıların hukuka aykırı davrandıkları, böylece kusurları bulunduğu da sabittir.
Gerçek durum, davalıların binayı depreme dayanıklı durumda yapmamalarıdır. Eğer bina, yazılı bulunan yapı yönetmeliklerine ve teknik koşullara uygun yapılsaydı, buna karşın deprem nedeniyle yıkılsaydı, bu durumda, zararla hukuka aykırı eylem arasındaki illiyet bağı kesilmiş olacağından davalıların sorumluluklarına gidilmeyecekti. Hiç deprem olmasaydı, davalıların yıllarca önce işledikleri hukuka aykırı eyleminden dolayı, zararda olmadığı için eldeki davaya konu edilen biçimde bir ödence davası açılamayacaktı. Diğer bir anlatımla, davalıların hukuka aykırı eyleminin, ileride bir zarar doğuracağı varsayımı ile bu nitelik ve kapsamda sorumluluklarına gidilmeyecekti.0
4. HD.03.02.2005, E.2004/7039 K.2005/746
3- Yüklenicinin sorumluluğunun hukuksal niteliği
a) Bina yapımı bir eser sözleşmesidir. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 471.maddesine (önceki BK. m.356) “Yüklenici, üstlendiği edimleri işsahibinin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle ifa etmek zorundadır.
Yüklenicinin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alandaki işleri üstlenen basiretli bir yüklenicinin göstermesi gereken meslekî ve teknik kurallara uygun davranışı esas alınır.
Yüklenici, meydana getirilecek eseri doğrudan doğruya kendisi yapmak veya kendi yönetimi altında yaptırmakla yükümlüdür. Ancak, eserin meydana getirilmesinde yüklenicinin kişisel özellikleri önem taşımıyorsa, işi başkasına da yaptırabilir.
Aksine âdet veya anlaşma olmadıkça yüklenici, eserin meydana getirilmesi için kullanılacak olan araç ve gereçleri kendisi sağlamak zorundadır.”
b) Yüklenici kat karşılığı yaptığı bağımsız bölümlerin yanı sıra, bazı bölümlerin de satıcısıdır. Bu nedenlerle yüklenicinin sorumluluğuna Borçlar Kanunu’nun eser ve satış sözleşmesi hükümlerinin uygulanması; sorumluluğunun eser ve satış sözleşmesi hükümlerine göre belirlenmesi gerekir.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 246.maddesinin (önceki BK.m.217) yollamasıyla TBK’nun 219.maddesine (önceki BK.m,194) göre, yüklenici ve satıcı, alıcıya karşı herhangi bir surette bildirdiği niteliklerin satılanda bulunmaması sebebiyle sorumlu olduğu gibi, nitelik veya niteliği etkileyen niceliğine aykırı olan, kullanım amacı bakımından değerini ve alıcının ondan beklediği faydaları ortadan kaldıran veya önemli ölçüde azaltan maddi, hukuki ya da ekonomik ayıpların bulunmasından da sorumlu olur.
Satıcı, bu ayıpların varlığını bilmese bile onlardan sorumludur.
c) Yukardaki yasa hükümlerine göre yüklenicinin ve dolayısıyla satıcının, inşa edilen ve satılan binadaki ayıplardan dolayı alıcıya karşı sorumluluğu, “kusur sorumluluğu” değil, dürüstlük kuralına dayalı “yüksek özen sorumluluğu”dur. Bu tür sorumlulukta yüklenici ile birlikte binanın yapımına katılan, gözetim ve denetimini yapan fenni mesuller, binanın tekniğine uygun olmayan şekilde eksik ve kusurlu yapılmasından dolayı depremde oluşan zararların tamamından, 6098 sayılı TBK’nun “Dış ilişki” başlıklı 61.maddesine göre. zarar görenlere karşı “ortaklaşa sorumlu”durlar.
Bu konuda bir Yargıtay kararında “Depremde yıkılan binanın altında kalarak ölen kişilerin yakınlarının açtıkları davada, mahkemece yüklenicinin ve fenni mesul müdürün kusur oranlarına göre ve kusur indirimi yapılarak kusur sorumluluğuna göre hüküm kurulması doğru bulunmamış; davalılar BK.194.maddesine (TBK m.219) satıcının ayıba karşı tekeffülü hükümlerine göre sorumlu olup, binanın tekniğine uygun olmayan şekilde eksik ve kusurlu yapılmasından dolayı depremde oluşan zararlarının tamamından “ortaklaşa ve zincirleme sorumlu” olduklarının kabulü gerekir.” denilmiştir.
13.HD. 30.03.2011, E.2011/4517 K.2011/4854
Aynı konuda başka karar örnekleri:
Davacı, davalı yükleniciler tarafından ayıplı olarak inşa edilen konutun 17.8.1999 depreminde yıkılmış olması sebebiyle kullanılamaz hale gelen konut bedelinin tahsili isteğinde bulunmuş, yapılan bilirkişi incelemesi sonucu taşınmazın hasarlı olduğu belirlenerek güçlendirme bedeli hesaplaması yapılmış ve mahkemece bilirkişi raporuna göre belirlenen güçlendirme bedelinden BK.' 43. maddesi gereğince % 35 oranında hakkaniyet indirimi uygulanmak suretiyle hüküm kurulmuş ise de olayda hakkaniyet indirimi uygulanmak suretiyle hüküm kurulması mümkün değildir. Zira müteahhit-satıcı davalıların davacıya karşı BK.217.maddesi delaletiyle aynı kanunun 194.maddesi gereğince "satıcının ayıba karşı tekeffülü" hükümlerine göre sorumlu olup, binanın tekniğine uygun olmayan şekilde eksik ve kusurlu yapılmasından dolayı depremde oluşan davacı zararlarının tamamından müştereken ve müteselsilen sorumlu olduklarının kabulü gerekir.
13. HD.22.04.2011, E.2010/8949 K.2011/6465
Davacı, davalı müteahhitten satın aldığı parseldeki dairenin depremde ağır hasar gördüğünden yıkılmasına karar verildiğini ileri sürerek, fazla hakları saklı maddi ve manevi tazminatın tahsilini istemiştir. Mahkemece, davada kusur incelemesi yaptırılarak hüküm kurulmuşsa da olayda davacı alıcı yönünden kusur sorumluluğuna göre hüküm kurulması imkanı yoktur. Zira kusurlu görülen davalı, davacıya karşı satıcının ayıba karşı tekeffülü 0hükümlerine göre zararın tamamından sorumludur. Mahkemece, davalı müteahit -satıcının kusur oranı nispetinde davanın kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirir.
13. HD. 07.05.2009, E.2008/16022 K.2009/6233
Davalı müteahhit-satıcı binanın tekniğine uygun olmayan şekilde eksik ve kusurlu yapılmasından dolayı depremde yıkılması nedeniyle oluşan davacı zararının tamamından müştereken ve müteselsilen sorumlu olduğu halde, mahkemece, davalı müteahit -satıcının kusur oranı nispetinde davanın kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirir.
13.HD. 21.10.2008, E.2008/10773 K.2008/12189
4- Fenni sorumluluk
a) 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 28.maddesi 1,fıkrasına göre “Bu Kanun kapsamındaki mimarlık, mühendislik ve planlama hizmetine ilişkin harita, plan, etüt, proje ve eklerinin düzenlenmesi ve bunların yerine getirilmesinin; uygulamada bulunulacak alanın, yerleşme merkezinin ve yapının sınıfına, özelliğine ve büyüklük derecesine göre, uzmanlık alanlarına uygun olarak 38 inci maddede belirtilen meslek mensuplarına yaptırılması mecburidir. Müellifler ve uygulamada bulunan meslek mensupları, işlerini bu Kanuna ve ilgili diğer mevzuata uygun olarak gerçekleştirmekten sorumludur.
Yasa’nın 38.maddesine göre “Halihazır harita ve imar planlarının hazırlanması ve bunların uygulanmasının fenni mesuliyetini; uzmanlık, çalışma konuları ve ilgili kanunlarına göre, mühendisler, mimarlar, şehir plancıları üstlenirler
Yapıların mimarî, statik ve her türlü plan, proje, resim ve hesaplarının hazırlanmasını ve bunların uygulanmasıyla ilgili fennî mesuliyetleri, uzmanlık konularına ve ilgili kanunlarına göre mühendisler, mimarlar ile görev, yetki ve sorumlulukları yönetmelikte düzenlenecek olan fen adamları üstlenirler.”
b) Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği’nin “Fenni mesuliyet” başlıklı 68.maddesi 2’nci fıkrasına göre “ Fenni mesuller, 57 nci maddede belirtilen esaslara göre düzenlenen ruhsat eki projelerin uygulanmasının denetimi için mal sahibi veya vekili tarafından belirlenir ve ilgili idareye karşı görevli ve sorumludurlar.” “Yapı projeleri” başlıklı 57’nci maddede mimari projenin nasıl olacağı ayrıntılarıyla ve uzun uzun anlatılmıştır.
68.maddenin 3.fıkrasına göre “Proje ile ilgili sorumluluk; proje müellifine ait olmak üzere yapının fenni mesuliyeti, konusu, ilgisi ve yapım aşamasına göre mimar, inşaat, makina ve elektrik mühendisleri tarafından ayrı ayrı yürütülür.”
68.maddenin 10.fıkrasına göre “Fenni mesul mimar ve mühendislerce denetim görevi üstlenilen yapıların alanına ilişkin kayıtlar, bu kişilerin büro tescillerinin yapıldığı ilde yer alan Bakanlık taşra teşkilatı tarafından tutulur. İlgili idareler bu kişilerce denetimi üstlenilen yapılara ilişkin yapı ruhsatı ve yapı kullanma izin belgelerinin bir örneğini düzenlendiği tarihten itibaren en geç 6 iş günü içinde bu kişilerin kaydının bulunduğu ilin Bakanlık taşra teşkilatına gönderir.”
68.maddenin 15.fıkrası: “İşin konusuna göre ilgili fenni mesuller ve yardımcısı fen adamları yapı ruhsat formunda belirlenenler ile aşağıda belirtilen yapım aşamalarında yapı yerinde bulunmak ve aşağıda sıralanan işlerin yapılmış olduğuna ilişkin açıklamaları Ek 3’te yer alan yapı denetim defterine işlemek zorundadır. Bu işler;
a) Aplikasyon,
b) Hafriyat ve zemin hazırlama,zemin etüdü ve emniyet gerilmesi testlerinin yapımı,
c) Temel inşaatın tamamlanması ve temel vizesi düzenlenmesi,
ç) Temel ve çatı dâhil her katın kalıp, demir, beton dökümü ve tesisat donanımı ile bunlara ilişkin tutanakların tanzimi,
d) Su ve ısı yalıtım vizesi,
e) Malzemenin kullanımından önce TSE standartlarına uygunluğunun denetimi,
f) Tesisat,elektrik, kanalizasyon vizeleridir.”
4- Fenni sorumlulara ilişkin Yargıtay karar örnekleri
Davacı, 17.8.1999 günü meydana gelen depremde binanın çökmesi sonucu binadaki bağımsız bölümünün yıkıldığını, bu binanın davalılar tarafından yapıldığını, zararın oluşumuna davalıların hukuka aykırı eylemlerinin sebep olduğunu belirterek, uğradığı maddi zararın ödetilmesini istemiştir.
Davalılardan C.B. bu binanın mimari proje yazarı (müellifi) dir. Binanın yıkılmasından dolayı sorumlu tutulabilmesi için mimari projede bir hata olması ve bu hatanın yıkımdaki etkisinin saptanması gerekir. Anılan davalı, ceza davasında Aydın 5 Sitesi'ndeki sorumluluğu sebebiyle cezalandırılmıştır. Mahkemece yapılacak iş, davalının davaya konu taşınmaz yönünden sorumluluğu bulunup bulunmadığı konusunda bilirkişiden rapor alınarak varılacak sonuca göre bir karar vermektir.
4. HD.16.02.2010, E2009/14476 K.2010/1356
Depremde binanın inşadan kaynaklanan nedenlerden yıkılması sonucu 55 kişinin ölmesi olayında sanığın TCK’nun 383. maddesine göre yargılanması gerekir.
Sanığın fenni sorumlu ve müteahhit olarak inşa ettiği on katlı yapının 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen depremin de etkisiyle yıkılarak ellibeş kişinin ölümüne neden olduğundan bahisle hakkında TCK.nun 455/2. maddesi gereğince cezalandırılması için kamu davası açılmış ve eylemin bu maddeye uyduğu kabul edilerek cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Ülkemizin konumu, içinde bulunduğu deprem kuşağı ve bu coğrafyada sürekli olarak depremlerle beraber yaşanması gibi bilinen gerçekler dikkate alındığında, doğa olaylarından biri olan ve öngörülebilen deprem olgusuna göre ve bu olgunun gerektirdiği kurallara uygun yapılaşma zorunludur. Bir yapı için, plan ve projenin hazırlanması, özellikle statik hesapların sağlıklı yapılması, bu plan ve projeye uygun olarak, kalite ve miktar bakımından ve uygun malzeme kullanılmak suretiyle inşa edilmesi ve bu hususların yürürlükte olan mevzuata uygunluğunun denetlenmesi gereklidir. Bu silsile içerisindeki kişi veya kişilerin yapının yıkılmasına etkisi bulunan kusurlu hareketlerinden dolayı sorumlu tutulacakları kuşkusuzdur. Harici bir olay olan depremin illiyet bağını kesecek derecede kaçınılmazlık hali sayılarak ceza sorumluluğunu bertaraf edebilmesi için, oluşan zararlı sonucu insan faktörünün etkilenmemesi, yani yapının kurallara uygun olarak yapılması ve sonradan değişiklikte bulunulması halinde de bu değişikliklerin statik değerlere aykırı ve esaslı müdahale niteliğinde olmaması gereklidir.
Deprem etkisiyle yıkılma halinde, yıkıma etkili derecede kusurlu eylemi bulunanların; mevcut aykırılığı giderebilmek yönünden hukuken sorumluluklarının bulunduğu dönemde zararlı sonuç meydana gelirse, bu sonuçtan cezai sorumlulukları söz konusudur.
2. CD. 21.03.2001, E.2001/7015 K.2001/4778
Taksirle bina yıkılması sonucu ölüme sebebiyet vermek suçundan sanığın teknik sorumlusu olduğu bina ile Marmara Depremi sonucu çöken binanın farklı olduğu, yine müştekinin ifadesinde de belirttiği gibi yıkılan binanın 7 katlı olduğu, oysa yanlış projenin dosya içerisine getirtilmesi sonucu mevcut projeye göre binanın 5 katlı olduğunun anlaşıldığı ve bilirkişi heyetince de 2 katın kaçak olarak yaptırıldığı şeklinde kanaate varıldığı anlaşılmakla yargılanmanın yenilenmesi talebinin kabulüne karar verilmesi gerekir.
9. CD.01.10.2007, E.2007/8356 K.2007/6897
Her taksirli cürümde olduğu gibi, taksirle tehlikeye neden olma suçunda da taksirin bulunduğunun kabulü için dört koşul aranmalıdır. Birinci koşul, failin, büyük bir tehlikeyi meydana getiren bir hareketi bilerek ve isteyerek yapmış olması, başka deyişle eylemin iradi olmasıdır. İkinci koşul, sonucun öngörülebilir olması, üçüncü koşul, failin sonucu istememiş bulunması, nihayet dördüncü koşul ise, failin hareketi ile gerçekleşen tehlike arasında nedensellik bağının bulunmasıdır. Örneğin; depremin inzimam eden etkisiyle yapının yıkılması ya da çökmesi, failin yapıyı yaparken deprem yönetmeliğinde öngörülen kurallara uymamasından, eksik veya uygun olmayan malzeme kullanmasından kaynaklanmalıdır.
Deprem, TCY'nın 383/1 . maddesinde yazılı genel bir tehlikeyi doğuran tahribata tek başına neden olmayıp, bu sonucu doğuran nedenlerin tetikleyicisi, harekete geçiricisidir. Tahribatın ve özellikle de bu yıkımın genel tehlikeyi doğuracak hale dönüşmesinin asıl nedeni, bina yapımında emir ve kaidelere uymamaktır. Ancak sonuç, depremin inzimam eden etkisi ve bununla yarışan sanık kusuru ile meydana gelmektedir. Harici bir etken olan depremin illiyet bağını kesecek derecede kaçınılmaz sayılıp ceza sorumluluğunu bertaraf edebilmesi için, insan faktörünün oluşan zararlı sonucu etkilememesi, başka bir deyişle yapının hukuki ve teknik kurallara uygun olarak yapılması, şayet yapıda sonradan değişiklik gerçekleştirilmişse, bunların statik değerlere aykırı ve esaslı müdahale niteliğinde bulunmaması gereklidir.
CGK. 08.11.2003, E.2003/9-261 .2003/274
5- Yüklenici ile birlikte bina yapımından ortaklaşa sorumlu olanlar
Davacı, davalı V.G... Arsa Ofisi Koll.Şirketi (C.G.-Z.C. ortaklığı) tarafından inşa edilen konutu yine aynı ortaklıktan satın almıştır. Mahkemece, davada kusur incelemesi yapılarak müteahit firmanın %50, dava dışı belediyenin %15, Statik Mühendisinin %10, TUS görevlisinin %15, deprem şiddetinin %10 oranında sorumlu olduğuna ilişkin kusur veren bilirkişi raporuna göre kusur indirimi yapılmak suretiyle hüküm kurulmuş ise de, olayda davacı alıcı yönünden kusur sorumluluğuna göre hüküm kurulması imkanı yoktur. Zira kusurlu görülen davalı, davacıya karşı satıcının ayıba karşı tekeffülü hükümlerine göre zararın tamamından müteselsilen sorumludur. (BK. m,217, TBK m.246) delaletiyle BK m,184, TBK.209) Davalı Müteahhit-satıcı binanın tekniğine uygun olmayan şekilde eksik ve kusurlu yapılmasından dolayı depremde yıkılması nedeniyle oluşan davacı zararının tamamından müştereken ve müteselsilen sorumlu olduğu halde, mahkemece, davalı müteahhit-satıcının kusur oranı nispetinde davanın kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirir.
13.HD. 21.10.2008, E.2008/10773 K.2008/12189
Dayanışmalı sorumlulukta zarar görenin dilediği borçluya başvurma hakkı vardır. Dilerse sorumlulardan birine, dilerse bir kısmına veya hepsine karşı dava açabilir. Dayanışmalı sorumlulukta, kural olarak borçlulardan her biri borcun tamamından sorumludur. Borçlulardan birinin borcun tamamını ödemesi halinde diğer dayanışmalı sorumlular da borçtan kurtulmuş olur.
Şu durumda, deprem nedeniyle davacının dairesinin yıkılmış bulunmasından dolayı dayanışmalı sorumlulardan Yalova Belediyesi aleyhinde idari yargı yerinde açılan ve sonuçlanan dava sonunda ödetilmesine karar verilen tazminatın ödenip ödenmediği araştırılmalı, idare mahkemesinin kararının kesinleşmesi beklenerek sonucuna göre bir karar verilmelidir. Mahkemece, anılan yön gözetilmeden karar verilmesi doğru olmamış kararın bozulması gerekmiştir.
4.HD.14.02.2013, E 2013/542 K.2013/2505
Davacı arsa sahibi murisi ile davalı yüklenici kooperatif arasında düzenlenen daire karşılığı inşaat sözleşmesi uyarınca inşa edilen dava konusu blok arsa sahiplerine teslim edilmiş, kısa süre sonra meydana gelen depremde ağır hasar görmüş, daha sonra da verilen yıkım kararı sonucu yıkılmıştır. Davacı arsa sahipleri bu davada yüklenicinin teslim sonrası ayıba karşı tekeffül sorumluluğuna dayanarak bu davayı açmışlardır. Dava, tazminat istemi ile açılmıştır.
Tazminat davalarında birden fazla sorumlu bulunması durumunda zarar görenler bunların hepsi veya birisi hakkında dava açabilirler. Bunların kusur durumları kendi iç ilişkilerini ilgilendirir. Zarar görenlere karşı hakkında usulüne uygun şekilde dava açılan kişi veya kişiler sorumlu olur. Somut olayda da davacılar vekili müştereken ve müteselsilen istekli bulunduğuna göre davanın tarafı olan davalılar yönünden yapılan açıklamalar dikkate alınarak karar oluşturulması gerekir.
15.HD. 06.06.2008, E.2007/1971 K.2008/3761
Mahkemece, bilirkişi raporuna göre kusur indirimi yapılarak hüküm kurulmuş ise de olayda davacılar yönünden kusur sorumluluğuna göre hüküm kurulması mümkün değildir. Zira kusurlu görülen davalılar, davacılara karşı BK.217. maddesi delaletiyle (TBK m.246) aynı kanunun 194 maddesi gereğince" (TBK m.219) satıcının ayıba karşı tekeffülü" hükümlerine göre sorumlu olup, binanın tekniğine uygun olmayan şekilde eksik ve kusurlu yapılmasından dolayı depremde oluşan zararların tamamından müştereken ve müteselsilen sorumlu olduklarının kabulü gerekir.
13.HD.30.03.2011, E.2011/4517 K.2011/4854
6- Hem Adli Yargı’da hem İ dari Yargı’da dava açılması
Deprem zararı nedeniyle idareye karşı idari yargıda, yüklenici ile fenni sorumlulara karşı adil yargıda aynı anda tazminat davası açılabilir . Bunlardan hangisi önce sonuçlanmış ve paratahsil edilmiş olursa, öteki dava konusuz kalmış olur. Ancak zarar kalemleri farklı ise, birinden alınmayan ötekinden alınır.
Bu konuda Yargıtay kararlarından iki örnek:
Dava, depremde, davacıya ait bağımsız bölümün yıkılması nedeni ile uğranılan maddi zararının ödetilmesi istemine ilişkindir. Dayanışmalı sorumlulukta zarar görenin dilediği borçluya başvurma hakkı vardır. Dilerse sorumlulardan birine, dilerse bir kısmına veya hepsine karşı dava açabilir. Dayanışmalı sorumlulukta, kural olarak borçlulardan her biri borcun tamamından sorumludur. Borçlulardan birinin borcun tamamını ödemesi halinde diğer dayanışmalı sorumlular da borçtan kurtulmuş olur. Şu durumda, deprem nedeni ile davacının dairesinin yıkılmış bulunmasından dolayı dayanışmalı sorumlulardan Yalova Belediyesi aleyhinde idari yargı yerinde açılan ve sonuçlanan dava sonunda ödetilmesine karar verilen tazminatın ödenip ödenmediği araştırılmalı, idare mahkemesinin kararının kesinleşmesi beklenerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
4.HD.14.02.2013, E 2013/542 K.2013/2505
Dava, davalıların sorumluluğu altında yapılmış olan binanın, deprem sebebiyle yıkılmasından dolayı uğranılan maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Verilen kararın kesinleşip kesinleşmediği araştırılmalı, kesinleşmemiş olduğunun saptanması durumunda kesinleşmesi beklendikten sonra getirtilip incelenmeli, belediyenin %100 kusurlu bulunduğuna ilişkin idari yargı kararının kesinleştiğinin saptanması durumunda, eldeki davanın davalılarına yöneltilebilecek bir kusur olamayacağı sonucuna varılarak eldeki davadaki istem tümden reddedilmeli, belediye dışında kalan ve binanın yapımından sorumlu olanlara da kusur verildiğinin saptanması durumunda ise, başka bir araştırma yapılmadan diğer dayanışmalı (müteselsil) sorumlular ile birlikte çifte ödemeye ( tahsilde tekerrüre ) yol açmayacak biçimde davalıların sorumlu tutulmalarına karar verilmelidir.
4.HD. 22.06.2010, E.2010/4664 K.2010/7550
7- Binayı kullananların sorumluluğu
Depremdeki yıkımların sebeplerinden biri de binanın tamamının veya bazı bağımsız bölümlerinin kötü kullanılmış olması, binanın projesine ve özgün yapısına aykırı değişiklikler yapılarak direncinin azaltılmasıdır. Bu konuda en sık görülen durumlardan biri taşıyıcı kolonu kesilmiş olmasıdır. Bu durumlar çoğu kez bağımsız bölümlerin işyeri, mağaza, lokanta, gazino, düğün salonu olarak kullanılmasında görülmekte; mekânı genişletmek için kolonlar kesilmekte veya duvarlar yıkılarak salon ve odalar birleştirilmektedir.
Bina başlangıçta Deprem Yönetmeliğine uygun olarak yapılmış, nitelikli malzeme kullanılmış olup da depremde yıkılmasının veya ağır hasar görmesinin sebebi kolon kesilmesi, bağımsız bölümlerde projeye aykırı değişiklikler yapılması ise, bunu yapanlar sorumlu olacaklardır.
Bu konuda üç karar örneği:
Van‘ın Erciş ilçesinde meydana gelen depremde yıkılan apartmanın proje verilerine göre 16 adet olan kolon sayısının 14 adet olduğu tespit edilmiş; binanın zemin katındaki dükkanda tadilat yapıldığı, tadilat sırasında dükkan garaja çevrilirken aracın sığmasına engel olduğu gerekçesiyle bazı güçlendirme kolonlarını kaldırdığı öğrenilmiştir.
Bilirkişi raporunda, kolon eksikliğinin binanın depremde çökmesinin en büyük nedenlerinden biri olabileceği açıklanmıştır.
Mahkemece, kolon eksikliğinin kim tarafından gerçekleştirildiğinin ayrıntılı olarak araştırılması, sanıkların kusur durumlarının bir arada değerlendirilmesi suretiyle sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde eksik inceleme ile karar verilmesi nedeniyle bozma kararı verilmiştir.
12.CD. 17.03.2021, E.2020/4170 K.2021/2742
Bağımsız bölümler arasındaki bağlantılı ara duvarlar kaldırılarak tek bağımsız bölüme dönüştürülmese ilişkin değişikliğin, anayapının statiğine zarar verip vermediği ve depreme dayanıklılığını olumsuz yönde etkileyip etkilemediği yönleri araştırılıp, açıkça saptanmadan eksik bilirkişi raporlarına göre hüküm kurulması hatalıdır.
Kat Mülkiyeti Yasasının 19.maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesine göre tavan, taban veya duvar ile birbirlerine bağlantılı bulunan bağımsız bölümlerin bağlantılı yerlerinde, bu bölümlerin maliki ya da birden çok maliki varsa bu maliklerin ortak rızası ile ana yapıya zarar vermeyecek onarım, tesis ve değişiklik yapılabilir. Madde hükmünden de anlaşılacağı üzere bu iş için öteki kat maliklerinin rızasının alınmasına gerek yoktur. Ancak, yapılan bu işlemlerin ana yapıya zarar verecek nitelikte olmaması ve doğaldır ki ana taşınmazın ortak yerlerine müdahale etmemesi gerekir.
Ana taşınmazın yerinde yapılan inceleme sonunda düzenlenen bilirkişi raporlarında, davalıya ait 3 ve 4 no.lu bağımsız bölümlerin birbirine bağlantılı ara duvarları kaldırılarak tek bağımsız bölüme dönüştürüldüğü saptandıktan sonra bu değişikliğin ana yapının taşıyıcı sistemlerine (statiğine) zarar verip vermediği üzerinde durulmuştur.
Ana taşınmazın bulunduğu İstanbul-Kartal'ın birinci derece deprem kuşağında kaldığı da dikkate alınarak, dava konusu 3 ve 4 no.lu dubleks daireler arasındaki duvarların kaldırılmış olmasıyla oluşturulan boşluk alanların deprem yüklerinin düşey taşıyıcı sistem elemanlarına güvenle aktarılmasını güçleştiren döşeme boşlukları yaratıp yaratmadığı, başka bir anlatımla bağımsız bölümler içinde yapılan böyle bir değişikliğin betonarme karkas cinsli anayapının olası bir depreme dayanıklılığını olumsuz yönde etkileyip etkilemeyeceği konusunda Deprem Yönetmeliği hükümleri çerçevesinde gerekli inceleme ve hesaplamaya bilirkişilerce yer verilmediği anlaşılmaktadır.
Bu durumda mahkemece, bilirkişilerden yukarıda açıklanan esasları içeren ek raporlar alındıktan ve dava konusu edilen değişiklikleri gösteren kroki de çizdirildikten sonra, davalının kendi bağımsız bölümleri içinde gerçekleştirdiği değişikliklerin (kaldırılmış olan ara duvarların) anayapının statiğine zarar verip vermediği ve depreme dayanıklılığını olumsuz yönde etkileyip etkilemediği araştırılmak gerekirken, yeterli araştırma ve incelemeyi içermeyen bilirkişi kurulu raporuna dayanılarak karar verilmesi doğru görülmemiştir.
18.HD. 12.03.2002, E.2002/1081 K.2002/2501
Dava konusu zararın, meydana gelen 7,2 büyüklüğündeki deprem sonucu oluştuğu, deprem nedeni ile davacının kiracı olarak bulunduğu binanın ağır hasarlı hale gelerek, marketteki eşyaların zarar gördüğü ... Sulh Hukuk Mahkemesi'nin tespit dosyasında binanın taşıyıcı kolonlarının olaydan önce kesilmiş olduğunun belirlendiği ve taşınmazın yapı kullanma izni ve mimari projesinin bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Şu durumda, tacir olan davacının projesiz, ruhsatsız, taşıyıcı kolonu kesilmiş olan dava konusu marketi kiralayarak basiretsiz davrandığı ve zararın oluşumunda müterafik (kusurunun bulunduğu açıktır,
4.HD. 27.02.2019, E.2016/15983 K.2019/1031
VI-DEPREM ZARARLARI NEDENİYLE ADLİ YARGIDA DAVA AÇILMASI
1- Dava konuları ve davacılar
a) Depremde ölen kişinin yakınları destekten yoksun kalma nedeniyle maddi ve manevi tazminat isteyebileceklerdir. Maddi tazminat isteyemeyecek durumda olanlar, örneğin, ölenin belli yaşları geçmiş çocukları yalnızca manevi tazminat isteyebileceklerdir.
b) Depremde yıkılan binalardan cesedi çıkmayan ve uzun süreden beri kendisinden haber alınamayan kişiler için, Medeni Yasa’nın 44-45,maddelerine göre işlem yapıldıktan sonra destekten yoksun kalma ve manevi tazminat davası açılabilecektir.
Medeni Yasa’nın “Cesedi bulunamayan kişi” başlıklı 44,maddesine göre “Bir kimse, ölümüne kesin gözle bakılmayı gerektiren durumlar içinde ortadan kaybolursa cesedi bulunamamış olsa bile, o yerin en büyük mülki amirinin emriyle kütüğe ölü kaydı düşürülür.
Bununla birlikte her ilgili, bu kişinin ölü veya sağ olduğunun mahkemece tespitini dava edebilir.” Yasa’nın “Gaiplik kararı” başlıklı 45.maddesine göre “Gaiplik kararı, hakimin bildirmesi üzerine, ölüm kütüğüne kaydolunur.”
c) Depremde yaralanan ve beden gücü kaybına uğrayan kişiler “güç kaybı tazminatı” tedavi giderleri ve manevi tazminat isteyebileceklerdir. Eğer kişi, yaşam boyu başkasının bakımına muhtaç olacak derecede sakatlanmışsa, güç kaybı tazminatın ayrı o larak yaşam boyu bakım giderleri isteyebilecektir.
d) 6098 sayılı TBK’nun 56.maddesi 2.fıkrasına göre, beden gücü kaybına uğrayan kişinin güç kaybı oranı yüksek ve ağır ise, özellikle kişi yaşam boyu bakıma muhtaç durumda ise, onun “yakınları” manevi tazminat isteyebileceklerdir.
e) Depremde ağır hasar gören veya büsbütün yıkılıp enkaz haline gelen binaların sahipleri, yapılacak tespit ve değerlendirmeler sonucu belirlenen zarar miktarları üzerinden tazminat isteyebileceklerdir. Yargıtay kararlarına göre yıkılan ve ya ağır hasar gören binanın değeri, dava tarihindeki piyasa rayicine göre belirlenecektir.
f) Depremde yıkılan binada işyeri bulunan kişilerin “kazanç kaybı” isteyip isteyemeyecekleri konusunda iki Yargıtay kararında “bölgede yaşanılan deprem felaketi nedeniyle davacı şirketin iş yapamaması ve kazanç kaybına uğraması olağan karşılanmalıdır” denilerek kazanç kaybına ilişkin istemin reddi gerektiği gerekçesiyle bozma kararı verilmiş olup, bunun doğru olmadığı düşüncesindeyiz. En azından, olağan koşullarda yeni bir işyeri bulunup faaliyete geçinceye kadar “kazanç kaybı” istenebilmelidir.
Anılan kararlardan birinde “kazanç kaybı” istemi reddedilmiş ise de, yıkılan binada bulunan ve harap olan işyerindeki ticari eşyaların zarar görmesi nedeniyle tazminat istemi kabul edilmiş; zararın miktarının kesin kanıtlanamaması durumunda, Borçlar Kanunu’nun 42.maddesi (TBK. m.50) dikkate alınarak işyerine sığabilecek miktarda eşyanın uzman bilirkişi aracılığıyla tespiti ve zarar buna göre takdiri uygun görülmüştür.
g) Depremden kaynaklanan zararlar nedeniyle değişik bir dava konusu da “sebepsiz zenginleşme” nedeniyle verilenin geri istenmesidir. Buna ilişkin bir Yargıtay kararında, davacı inşa halindeki binadan bedelinin tamamını ödeyerek bir daire satın almış; daire henüz teslim edilmeden bina depremde yıkılmış, böylece bedeli ödenen dairenin davacıya teslimi olanaksız hale gelmiştir. Böyle bir durumda davacının, ödediği satış bedelini “sebepsiz zenginleşme” hükümlerine göre daireyi satandan geri isteme hakkına sahip olduğu sonucuna varılmıştır.
2- Davalılar
Deprem zararları (ölümler, beden gücü kayıpları, bina hasarı, yıkılan binanın bedeli, hasarlanan veya enka z altında kalan eşyalar vb.) nedeniyle adli yargıda açılacak dava larda davalılar:
a) Yüklenici
b) Yüklenici-satıcı
c) 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 28’inci ve 38’inci maddelerine göre, Yapıların mimarî, statik ve her türlü plan, proje, resim ve hesaplarının hazırlanmasını ve bunların uygulanmasıyla ilgili fennî mesuliyetleri, uzmanlık konularına ve ilgili kanunlarına göre mühendisler, mimarlar ile görev, yetki ve sorumlulukları yönetmelikte düzenlenecek olan fen adamları üstlenirler.”
d) Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği’nin “Fenni mesuliyet” başlıklı 68.maddesi 2’nci fıkrasına göre “ Fenni mesuller, 57 nci maddede belirtilen esaslara göre düzenlenen ruhsat eki projelerin uygulanmasının denetimi için mal sahibi veya vekili tarafından belirlenir ve ilgili idareye karşı görevli ve sorumludurlar.”
e) Yönetmeliğin 68.maddesinin 3.fıkrasına göre “Proje ile ilgili sorumluluk; proje müellifine ait olmak üzere yapının fenni mesuliyeti, konusu, ilgisi ve yapım aşamasına göre mimar, inşaat, makina ve elektrik mühendisleri tarafından ayrı ayrı yürütülür.”
f) 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 61.maddesine ve 163. maddesine göre, depremden yıkılan veya hasar gören binadan dolayı sorumlulukları tespit edilenler zarar görenlere karşı “ortaklaşa sorumlu” olup, zarar gören, alacağının tamamını veya bir kısmını, dilerse ortaklaşa borçluların hepsinden, dilerse yalnız birinden isteyebilir. Zararın tamamını ödeyen ortaklaşa sorumlu, öteki sorumlulara kusurları oranında rücu eder. Ortaklaşa sorumluların her birinin, aralarındaki kusur paylaşımına bakılmaksızın, ayrı ayrı zararın tamamından sorumluluğuna “dış ilişki” ve zararın kendi payından fazlasını veya tamamını ödeyen sorumlunun, diğer sorumlulardan kusurları oranında istekte bulunma hakkına “iç ilişki” denilmektedir.
Buna göre zarar gören, dilerse sorumluların tamamına karşı, dilerse yalnız birine karşı dava açabilir. Sonradan diğer sorumluları da davaya katmak isterse, bunun bir yararı olmayıp, zamanaşımı süresini geçirmeksizin ayrı bir dava açıp, öncekiyle birleştirilmesini isteyebilir.
g) Yukarda açıklanan dava edilebilecekler dışında, kamu görevlilerinin “kişisel kusurları “ varsa, deprem zararlarından dolayı suçlu bulunup haklarında mahkumiyet kararı verilmişse, bağlı bulundukları idareye karşı idari yargıda açılan davadan ayrı olarak, onlar hakkında da adli yargıda dava açılabilir.
3- Dava türü
a) Gerek ölüm ve bedensel zararlarda ve gerek yıkılan ya da ağır hasar gören binalarda zararın tutarını belirlemede başlangıçta yoğun bir belirsizlik ve bilinmezlik bulunduğundan, depremden zarar görenlerin yukarda açıklanan kişilere karşı açacakları davalarda dava türü, 6100 sayılı Hukuk Yargılama Yasaı’nın 107.maddesindeki “belirsiz alacak davası” olacaktır. Buna göre dava dilekçelerinde, her bir istek konusu için harca esas simgesel değerler belirtilerek maddi ve manevi tazminat davası açılabilecektir.
b) Manevi tazminatın belirsiz alacak davası biçiminde açılmasını Yargıtay henüz benimsemiş değildir. Buna karşılık Danıştay, dava dilekçesinde harca esas simgesel bir değer belirtilerek manevi tazminat isteğinin açıklanmasını ve yargılama sonucu ortaya çıkacak durumlara göre, manevi tazminat miktarının . bildirilmesini kabul etmektedir.
Bu konuda şöyle denilmektedir: “Tazminat miktarının hâkimin takdirine bağlı olduğu durumlarda, belli bir ölçüsü (kriteri) bulunmayan manevi tazminatın miktarını belirlemesinin davacıdan istenmesi gerçekçi değildir. Bu nedenlerle manevi tazminat belirsiz alacak davası biçiminde istenebilmelidir. Manevi tazminat, gerek hâkim tarafından takdir edileceğinden, gerek bu davalarda bilirkişiye başvurma ve hesaplatma olanağı bulunmadığından, yargılama sırasında toplanan delillere göre, davacıya manevi tazminat için istek miktarını
Danıştay kararlarına göre: “Yasa hükmünde dava değerinin artırılmasında maddi ve manevi tazminat ayrımı yapılmamış olmakla, yargılamanın son aşamasında, maddi tazminata ilişkin istek tutarı artırılırken, manevi tazminat tutarı da artırılabilmelidir. Bir başka anlatımla davacıların artırılan miktara isabet eden harcı ödemek suretiyle kararı veren Mahkemeye verecekleri dilekçe ile maddi tazminat ile birlikte manevi tazminat miktarını da artırmaları mümkündür.”.
Yargıtay da manevi tazminatın belirsiz alacak davası biçiminde açılabileceğini kabul etmeli; iki yüksek mahkeme arasında uyum sağlanmalıdır. Yargıtay’ın işçi alacaklarına ilişkin kararlarında hakimin takdirine bağlı olduğu durumlarda davanın belirsiz alacak davası biçiminde açılabileceği kabul edildiğine göre, yargılamanın son aşamasında hakimin takdirine bağlı olan manevi tazminat da belirsiz alacak davası biçiminde açılabilmelidir.
Öğretide baskın görüş, manevi tazminatın belirsiz alacak davası biçiminde açılabileceği, hatta açılması gerektiği yönünde olduğuna göre, Yargıtay artık bunu kabul etmelidir.
c) Depremde yıkılan veya ağır hasar gören binalar için tazminat davaları da belirsiz alacak davası biçiminde açılmalıdır. Yargıtay kararlarında, bina zararlarının “dava tarihindeki piyasa rayiç fiyatlarına göre belirlenmesi” kabul edildiğine göre, zarar miktarları, ancak yargılama sırasında toplanacak delillere ve yaptırılacak bilirkişi inceleme ve hesaplarına göre belli olacaktır. O halde bina zararlarının da belirsiz alacak davası biçiminde istenmesi zorunludur.
4- Deprem zararlarında görevli mahkeme
Depremde ölüm ve be¥ensel zararlar nedeniyle açılacak tazminat davalarında görevli mahkeme kural olarak asliye hukuk mahkemeleri olmak gerekir.
Bize göre, deprem zararlarına neden olanların sorumluluğunun türü, arada sözleşme ilişkisi bulunsa dahi, haksız fiildir. Bina yapımı bir eser sözleşmesi ve daire satışı satım sözleşmesi ise de, sözleşmeye aykırılık ile depremde yıkım nedenleri birbirinden farklıdır. Binaların deprem yönetmeliğine aykırı yapılması, kötü ve eksik malzeme kullanılması, projeye aykırı olarak fazla kat çıkılması, imar Yasasına ve Yönetmeliğine aykırı inşaat yapılması ve buna benzer durumların her biri, Ceza Yasasına göre suçtur; Borçlar Yasasına göre haksız fiildir. O halde görevli mahkeme asliye hukuk mahkemesi olacaktır.
5- Deprem zararlarında kusur ve sorumluluk değerlendirmesi
Deprem zararları nedeniyle idari yargıda açılan davalarda, Danıştay, her bir davalının kusurları oranında tazminat ödemekle yükümlü olacakları biçiminde (kuşkusuz) yanlış kararlar vermekte iken, adli yargıda açılan davalarda, davalılar arasındaki kusur dağılımına bakılmaksızın “ortaklaşa sorumluluk” hükümlerine göre karar verilmektedir.
Bu konuda bir Yargıtay kararında “Mahkemece, davada kusur incelemesi yapılarak müteahit firmanın %50, dava dışı belediyenin %15, Statik Mühendisinin %10, TUS görevlisinin %15, deprem şiddetinin %10 oranında sorumlu olduğuna ilişkin kusur veren bilirkişi raporuna göre kusur indirimi yapılmak suretiyle hüküm kurulmuş ise de, olayda davacı alıcı yönünden kusur sorumluluğuna göre hüküm kurulması imkanı yoktur. Zira kusurlu görülen davalı, davacıya karşı satıcının ayıba karşı tekeffülü hükümlerine göre zararın tamamından müteselsilen (ortaklaşa) sorumludur. (BK.217 maddesi, TBK m.246 delaletiyle BK'nun 194.maddesi, TBK m.219) Davalı Müteahhit-satıcı binanın tekniğine uygun olmayan şekilde eksik ve kusurlu yapılmasından dolayı depremde yıkılması nedeniyle oluşan davacı zararının tamamından müştereken ve müteselsilen (ortaklaşa zincirleme) sorumlu olduğu halde, mahkemece, davalı müteahhit-satıcının kusur oranı nispetinde davanın kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirir” denilmiştir.
(13.HD.21.10.2008, E.2008/10773- K.2008/12189)
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “Dış ilişki” başlıklı 61.maddesine göre, sorumlular kusur oranlarına bakılmaksızın, zararın tamamından ortaklaşa sorumlu olacaklar¸ içlerinden biri veya birkaçı davacıya ödeme yapmışsa, Yasa’nın “İç ilişki” başlıklı 62.maddesine göre, ödemeyi yapanlar, diğerlerine kusurları oranında rücu edeceklerdir. Gene Yasa’nın 163.maddesine göre davacı-alacaklı, alacağının tamamını veya bir kısmını, dilerse ortaklaşa borçluların hepsinden, dilerse yalnız birinden isteme hakkına sahiptir.
O halde deprem zararları nedeniyle açılan davalarda, davacınınkusura katılımı söz konusu değilse, davalılar arasındaki kusur dağılımına bakılmayarak “ortaklaşa sorumluluk” hükümlerine göre karar verilecektir.
6- Zarar görenlerin kusura katılımı söz konusu olabilir mi ?
a) Depremde yakınlarını yitiren veya beden gücü kaybına uğrayan ya da binası yıkılan veya ağır hasar gören kişinin, kusura katılımı (müterafik) kusuru) söz konusu olabilir mi. sorusunun yanıtını somut olaylarda arayacağız.
Deprem zararı nedeniyle dava açan kişi ya da aile bireyleri, binanın plansız ve projesiz, ruhsatsız olduğunu. oturdukları bağımsız bölümün kaçak kat olduğunu biliyorlarsa, bütün bunları bilerek daireyi satın almışlarsa, arsa tapusuz olup elden satın alınmışsa; davalı taraf da bunları ileri sürmüş ve kanıtlamışsa, 6098 sayılı TBK’nun 52.maddesi 1..fıkrasına göre “Zarar gören (davacı)., zararı doğuran fiile razı olmuş veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olmuş” durumundadır. Buna öğretide ve uygulamada kusura katılım (müterafik kusur) denilmektedir.
Yargıtay’ın bir kararında, binanın yapımında malzemeyi kendi sağlayan, temel inşaatını bir başka taşerona yaptıran, 1.derecede deprem bölgesi olan yerde plan ve projeye aykırı inşaatı başlatan, inşaatın başında teknik bir eleman da bulundurmayarak düz inşaat işçisi vasfındaki davalılara binayı yaptıran kişinin ortak kusuru (müterafik kusuru) bulunduğu; bu nedenle TBK’nun 52/1.maddesi (BK.44/1) uyarınca davacının kusura katılımı oranında tazminattan indirim yapılması gerektiği sonucuna varılmıştır.
Bu konuda TBK’nun 52.maddesi 1.fıkrasında “Zarar gören, zararı doğuran fiile razı olmuş veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olmuş yahut tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırmış ise hâkim, tazminatı indirebilir veya tamamen kaldırabilir” denilmiştir.
Bir başka Yargıtay kararında, depremde ağır hasar gören binada kiracı olarak bulunan davacının marketteki eşyalarının zarar görmesi nedeniyle açtığı davada. binanın taşıyıcı kolonlarının olaydan önce kesilmiş olduğu, taşınmazın yapı kullanma izni ve mimari projesinin bulunmadığı belirlenmiş; bu durumda, tacir olan davacının projesiz, ruhsatsız, taşıyıcı kolonu kesilmiş olan dava konusu marketi kiralayarak basiretsiz davrandığı ve zararın oluşumunda müterafik (bölüşük) kusurunun bulunduğu bu nedenle tazminattan indirim gerektiği sonucuna varılmıştır.
7- Zarar görenlerin kusuru, Devletin sorumluluğunu ortadan kaldırmamalıdır.
Deprem bölgesi olan yerlerde plan ve projeye aykırı olarak dere yataklarına, tarım arazilerine inşaat yapanlar, kaçak kat çıkanlar, Hazine arazilerini gecekondularla dolduranlar tam kusurlu sayılsalar bile, bunlara engel olunmaması, hatta elektrik, su bağlanarak, yollar yapılarak çarpık yerleşimin yasal hale getirilmesi nedeniyle Devletin ilgili birimleri ve Belediyeler depremde yıkımlardan dolayı sorumludurlar. Çünkü Devlet, yurttaşlarını her türlü tehlikelerden, doğa olaylarından dahi korumakla yükümlüdür.
Anayasa’nın 23.maddesi 1.fıkrasına göre, herkes “yerleşme hürriyetine” sahip olmakla birlikte, maddenin 2.fıkrasına göre “Yerleşme hürriyeti (…) sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak amacıyla kanunla sınırlanabilir.”
Çarpık ve plansız kentleşme, imar aflarıyla yasal hale getirilen çürük ve ruhsatsız yapılar yüzünden depremlerde çok sayıda yurttaşımız ölmüş ve sakat kalmıştır. Uzmanların dediği gibi “deprem öldürmemiş, çürük binalar öldürmüştür.” Deprem olmadan bile ansızın çöken binalar yüzünden gene insanlar ölmüş ve sakat kalmışlardır.
Devletin depremden dolayı yükümlülük ve sorumlulukları konusunda Danıştay Genel Kurulu kararında “Deprem olaylarında idarenin sorumluluğunun, genellikle imar hukukundan kaynaklanan planlama ve denetleme yetkilerini gereği gibi kullanmamasından kaynaklandığı” sonucuna varılmıştır.
4452 sayılı Doğal Afetlere Karşı Alınacak Önlemler ve Doğal Afetler Nedeniyle Doğan Zararların Giderilmesi İçin Yapılacak Düzenlemeler Kanunu’nun “amaç” başlıklı 1.maddesi (d) bendinde “Bu Kanunun amacı, ülke çapında depreme dayanıklı çağdaş bir yapılaşmanın sağlanması” denilmiş ise de, eğer Devletin ilgili birimleri (İmar İskan Bakanlığı, İmar İl Müdürlükleri. Belediyeler) yükümlülüklerini yerine getirmiş; imar ve inşaatları yeterince denetlemiş, ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapılara engel olmuş, bunları yıkmış olsalardı, 1999 Yalova-Gölcük-İzmit depreminde, iki kez Adapazarı depreminde,, Düzce, Van, Elazığ ve en son İzmir depremlerinde onca kişi ölür müydü, binalar yerle bir olur muydu ?
Şu halde, kendi yaptıkları ruhsatsız, derme çatma binalarda oturan çoğu yoksul ve eğitimsiz kişilerin depremden zarar görmeleri kendi kusurları sonucu olsa bile, bundan Devletin ilgili birimleri ve B ele¥iyeler sorumlu ve tazminat yükümlüsü olmalıdırlar,
8- Depremin şiddetli olmasının hakkaniyet indirimi gerektirdiğine ilişkin Yargıtay kararlarının yanlışlığı
a) Bazı Yargıtay kararlarında, bina; plan ve projesine, imar düzenlemelerine ve deprem yönetmeliğine uygun yapılmış olsa bile, gerçekleşen depremin 7,4 şiddetinde olduğu göz önüne alındığında, belirlenen tazminat tutarından TBK.51.maddesi (BK.m.43) uyarınca uygun bir indirim yapılması gerektiği sonucuna varılmış olup, bu tür kararların doğru olmadığı ve gerçeklerle bağdaşmadığı kanısındayız. Çünkü:
1. Eğer bina plan ve projesine, imar düzenlemelerine ve deprem yönetmeliğine uygun yapılmışsa, binayı yapan yüklenicinin ve teknik elemanların bir kusuru yok demektir. Kusur yoksa sorumluluk ve tazminat yükümlülüğü de olmayacaktır.
2. Deprem ne kadar şiddetli olursa olsun, binanın yapımında hiçbir eksiklik yoksa, o zaman İmar Mevzuatında ve Deprem Yönetmeliğinde yanlışlıklar, eksiklikler ve yetersizlikler bulunup bulunmadığı araştırılmalı; İmar Bakanlığı’nın ve Belediyelerin imara açılan yerler konusunda sorumlulukları ve imar aflarının yarattığı sonuçlar üzerinde durulmalıdır.
3. Gerek 1999 Marmara depreminde, gerek Van depreminde, oniki ili vuran Kahramanmaraş-Adıyaman-Hatay depremlerinde görülmüştür ki, plan ve projesine, Yasa ve Yönetmeliklere uygun yapılan, sağlam ve nitelikli malzeme kullanılan ve zemin yönünden depreme dayanıklı olan yerlere kurulan binalar, 7.6 şiddetinde meydana gelen depreme rağmen yıkılmamış; yanındaki yöresindeki binalar yerle bir olurken, nitelikli binalar dimdik ayakta kalmıştır.
O halde imar düzenlemelerine, deprem yönetmeliğine, plan ve projesine uygun yapılan, nitelikli malzeme kullanılan binaların yüklenicisi ve teknik sorumluları hakkında açılan davalarda tazminat istemleri reddedilmeli; binanın yıkılmasının nedenleri başka yerlerde aranmalıdır. Yıkımın nedenleri, İmar mevzuatında ve Deprem Yönetmeliğinde yanlışlıklar, eksiklikler ve yetersizlikler ise, Devletin ilgili birimlerinin sorumlulukları üzerinde durulmalıdır. Ayrıca yerleşim alanlarının seçiminde, depreme dayanıklı olmayan yerlerin imara açılmasında Devlet sorumlu tutulmalıdır.
b) Yukarda yaptığımız açıklama ve değerlendirmelere göre, binalar; plan ve projesine, imar düzenlemelerine ve deprem yönetmeliğine uygun yapılmış olsa bile, gerçekleşen depremin 7,4 şiddetinde olduğu gözönüne alındığında, belirlenen tazminat tutarından TBK.51.maddesi (BK.m.43) uyarınca uygun bir indirim yapılması gerektiğine ilişkin Yargıtay kararları şu nedenlerle yanlıştır:
1. Binayı yapan yüklenici ve teknik sorumlular kusurlu değillerse, nedrensellik bağı kesilmişse, bunlardan tazminat istenemeyecektir.
2. Yüklenici ve teknik sorumlulardan tazminat istenemeyeceğine göre, hakkaniyet indirimi de söz konusu olmayacaktır.
İşte bu nedenlerle aşağıda birkaç örneğini vereceğimiz Yargıtay kararları yanlıştır.
Kararlardan birinde “Dava konusu zarar, 17 Ağustos 1999 günü gerçekleşen deprem nedeniyle oluşmuştur. Bina; plan ve projesine, imar düzenlemelerine ve deprem yönetmeliğine uygun yapılmış olsa bile, gerçekleşen depremin 7,4 şiddetinde olduğu göz önüne alındığında binanın deprem nedeniyle hasara uğraması kaçınılmazdır. Belirlenen tazminat tutarından Borçlar Yasası'nın 43.maddesi uyarınca uygun bir indirim yapılmamış olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir^denilmiştir.
(HGK.06.03.2013, E.2012/4-786 K.2013/318)
Aynı biçimde verilen Özel Daire kararında “Davacının, oluşan zararı, deprem sebebiyle ikamet ettiği binanın yıkılarak kendisinin enkaz altında kalması sonucu doğmuştur. Depremin mücbir sebep olarak kabul edilip, zararla illiyet bağını kestiği kabul edilemez ise de; ne zaman ve hangi büyüklükte olacağı öngörülemeyen ve sonucu gerçekleştiğinde büyük bir yıkıma sebebiyet veren, bölgede herkesi etkileyen en büyük doğal afet olduğu da kabul edilmek zorundadır.
Davaya konu zarar 23.10.2011 günü gerçekleşen deprem sebebiyle oluşmuştur. Bina, plan ve projesine, imar düzenlemelerine ve deprem yönetmeliğine uygun yapılmış olsa bile, gerçekleşen depremin Richter ölçeğine göre 7,2 şiddetinde olduğu gözönünde tutulduğunda binanın deprem sebebiyle hasara uğraması kaçınılmazdır.
Bölgenin 1.derecede deprem kuşağında yer aldığı ve oluşan depremin şiddet büyüklüğü de gözden kaçırılmamalıdır. O halde, mahkemece, maddi ve manevi tazminat miktarından adalete uygun bir hakkaniyet indirimi yapılması da gereklidir. Bu hususta bir değerlendirme yapılmamış olması doğru görülmemiş, hükmün açıklanan sebeplerle bozulması gerekmiştir” denilmiştir.
(3.HD.09.12.2014, E.2014/12359 K.2014/16124)
c) Yargıtay kararlarındaki bir başka yanlış da, Deprem Yönetmeliğine uygun olmayan, malzemesi eksik, inşaat tekniğinin kalitesiz olduğu belirlenen binanı yıkımında 7.4 şiddetindeki depremin etkisi nedeniyle, tazminattan hakkaniyet indirimi yapılması gerektiği biçimindedir. Bu haksız ve adaletsiz bir bozma kararıdır. Eğer binayı yapanlar kusurlu iseler, tazminattan hakkaniyet indirimi yapılması zarar görenlere karşı haksız bir uygulamadır.
Karar şöyledir:
Dava konusu maddi zarar, 17 Ağustos 1999 günü meydana gelen deprem sonucu oluşmuştur. Yerel mahkemece alınan bilirkişi raporunda, dava konusu binanın projesinin deprem yönetmeliğine uygun olmadığı gibi kullanılan malzeme ve inşaat tekniğinin de kalitesiz olduğu belirlenmiştir. Böylece zararın davalıların kusurlu eylemlerinden kaynaklandığı anlaşılmışsa da, 7.4 şiddetinde gerçekleşen deprem etkisi nedeniyle binada belli bir oranda hasar meydana gelmesi kaçınılmazdır. Yerel mahkemece açıklanan olgular gözetilerek, belirlenen tazminattan Borçlar Yasası'nın 43.maddesi gereğince uygun bir tutarda indirim yapılmamış olması usul ve yasaya aykırı olduğundan kararın bozulması gerekmiştir.
0 (4.HD.08.12.2009, E.2009/5741 K.2009/13852)
9- Deprem zararı nedeniyle hesaplanan tazminattan indirimler
Tüm haksız fiillerden kaynaklanan zararlar nedeniyle açılan tazminat davalarında olduğu gibi, deprem zararları nedeniyle açılan davalarda da aynı biçimde tazminat hesapları yapılır ve bir takım indirimler yapılır. Bunagöre:
a) Ölüm nedeniyle destekten yoksunlukta, kusur, evlenme şansı, çok küçük yaşta ölen çocukların yetiştirme giderleri, SGK’nun kaza sigortası dalından bağladığı rücua tabi gelirler ve nakdi tazminat ödemeleri, hesaplanan destekten yoksun kalma tazminatından indirilir.
b) Beden gücü kayıplarında, zarar görenin kusuru, SGK’nun kaza dalından bağladığı geiirlerin rücua tabi tutarları, nakdi tazminat ödemeleri, vazife malüllüğü aylığının, adi malüllük aylığını aşan miktarı tazminattan indirilir.
c) Genel olarak olağan indirimler yukardaki gibi olmakla birlikte, deprem zararlarında Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından ölen sigortalının desteğinden yoksun kalanlara ve beden gücü kaybına uğrayanlara “kaza sigortası” dalından “gelir” bağlanması, çok ayrık durumlar dışında söz konusu değildir. Ayrık durumlar, işçi işyerinde görevli iken, örneğin gece vardiyası yapılmakta iken deprem meydana gelmişse, işçi ölmüş veya yaralanmışsa, ayrıca işyeri binası depreme dayanıklı değilse, böyle durumlarda ölen işçinin yakınlarına veya beden gücü kaybı nedeniyle kendisine gelir bağlanacaktır. Kaza sigortası dalından bağlanan gelirler rücua tabi olduğundan, 5510 sayılı Yasa’nın 21.maddesi 1.fıkrasına göre, bağlanan gelirlerin ilk peşin değeri tazminattan düşülecektir.
Eğer işçinin yeterli miktarda prim ödemiş olması nedeniyle, desteğinrden yoksun kalanlara ölüm sigortası dalından dul ve yetik aylığı bağlanmışsa veya beden gücü kaybının ağırlığı nedeniyle malumiyet aylığı bağlanmışsa, bunlar rücua tabi olmadığından tazminattan düşülmez.
d) Depremden zarar görenler, oturdukları bağımsız bölüm için Zorunlu Deprem Sigortası (ZDS) yaptırmış olup da, sigortadan para almışlarsa, sigorta şirketinin zarar sorumlularına rücu hakkı bulunduğundan, ödenen miktar tazminattan düşülecektir.
10- Tazminattan indirilmeyecek edinimler
a) Ölüm nedeniyle destekten yoksunlukta, miras ve miras gelirleri, şirket ortaklık ve kâr payları, SGK'nun ölüm sigortasından bağladığı "dul ve yetim aylıkları, primleri ödenerek yaptırılan yaşam ve ferdi kaza sigortalarından alınan paralar tazminattan indirilmez.
b) Bedensel zararlarda, SGK’nun sigortalıya bağladığı maluliyet aylığı, Ferdi Kaza ve Sağlık Sigortası’ndan yapılan ödemeler, vazife malullüğü ve harp malullüğü aylıkları, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın bağladığı engelli aylıkları ile evde bakım ve bakıcı ücretleri
“güç kaybı” tazminatından indirilmez.
c) Yargıtay’ın ve Danıştay’ın tazminattan indirimlere ilişkin kararları, geçmişte Yargıtay 06.03.1978 gün 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme kararının ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 55.maddesi 1.fıkrasındaki “kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez; zarar ve tazminattan indirilemez. Hesaplanan tazminat, miktar esas alınarak hakkaniyet düşüncesi ile artırılamaz veya azaltılamaz" hükmü gereğidir.
11- Depremde zarar görenlere yapılan yardımlar tazminattan düşülmez.
.Ülkeyi yönetenler veya bazı kamu kurumları, bankalar, sivil toplum kuruluşları depremden zarar görenlere bir takım yardımlar yapmaktadırlar. Bunların hiç biri Devletin ilgili ve sorumlu birimlerine açılan davalarda tazminattan düşülmez. Somut anlatımla, depremde ölen kişinin desteğinden yoksun kalanların veya beden gücü kaybına uğrayanların maddi tazminatı hesaplanırken, yapılan yardımlar tazminattan düşülmez. Çünkü 6098 sayılı TBK’nun 55.maddesi 1.fıkrasına göre “ifa amacını taşımayan ödemeler, zarar ve tazminattan indirilemez."
Bu konuda bir Yargıtay kararında “Davacılara, Gölcük Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı tarafından, ölüm yardımı, konut yardımı ve barınma yardımı yapıldığı yapılan bu yardımın hesaplanan gerçek zarar tutarından mahsup edildiği anlaşılmaktadır. Yapılan bu ödemeler rücuu edilebilir nitelikte olmayıp, mahsubu gerektiren ödemeler değildir. Bu sebeple zarar tutarından mahsup edilerek karar verilmiş olması doğru değildir” denilmiştir.
VII-DEPREM ZARARLARINDA ZAMANAŞIMI
1- Deprem zararlarında haksız fiil zamanaşımı uygulanır.
a) Deprem zararlarında sorumluluk “haksız fiil” sorumluluğudur. Bina yapımı eser sözleşmesi, satımı satış sözleşmesi olup, binadaki ayıplardan dolayı sorumluluğa anılan sözleşmelerdeki hükümler uygulanacak ise de, binaların depremde yıkılması veya ağır hasar görmesi, depremin şiddetinden değil de, plan ve projeye, imar düzenlemelerine, deprem yönetmeliğine, inşaat tekniğine aykırılıktan, eksik ve kötü malzeme kullanılmasından, statik hesaplarının yanlışlığından kaynaklanmış ise, bunların her biri hukuka aykırı ve 6098 sayılı TBK’nun 49.maddesine göre“haksız fiil”dir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 21.maddesi 2.fıkrasına göre “olası kast”dır. Yasa’nın 85.maddesine göre “taksirle öldürme” ve 89.maddesine göre “taksirle yaralama” suçlarıdır.
b) Borçlar Yasası’nın “haksız fiiller” bölümündeki “zamanaşımı” maddesi, bir genel hüküm niteliğindedir. Medeni Yasa ile Borçlar Yasasındaki ve özel yasalarında hüküm bulunmayan tüm haksız eylem sorumlulukları ile yalın objektif sorumluluklara, özel yasaların açıkça bu hükme yollamada bulunduğu veya özel bir hükmün getirilmediği bazı ağırlaştırılmış objektif sorumluluklara bu genel hüküm uygulanır.
Haksız eylem olarak nitelenen olaylardan doğan bütün davalara ve hiç kusuru bulunmasa bile haksız eylemlerin doğurduğu sonuçların aynını doğuran (benzer) zararları giderme yükümlülüklerine genel hüküm niteliğindeki Türk Borçlar Yasası 72.maddesi (önceki BK. 60.maddesi) uygulanır. Tersine bir hüküm yoksa 72.madde (önceki m.60), Borçlar Yasası’nın öteki bölümlerinde yer alan haksız eylemlerden doğan zararlar için de geçerlidir. Özel yasalarda da ayrı bir hüküm yoksa, bu yasalarla ilgili haksız eylemlere ve zararlı sonuç doğuran sorumluluklara 72. madde (önceki 60.madde) uygulanacaktır.
2- Sözleşmenin kötüye kullanılmasına da haksız fiil hükümleri uygulanır.
a) Deprem zararları, binaların plan ve projeye, imar düzenlemelerine, deprem yönetmeliğine, inşaat tekniğine aykırılıktan, eksik ve kötü malzeme kullanılmasından, statik hesaplarının yanlışlığından kaynaklanmış ise, bunlara eser ve satım sözleşmelerindeki zamanaşımı süreleri değil, haksız fiil hükümlerine ilişkin zamanaşımı süreleri uygulanır. Bu konuda 6098 sayılı TBK. 114.maddesi 1.fıkrasında “Borçlu, genel olarak her türlü kusurdan sorumludur.! ve 2.fıkrasında “Haksız fiil sorumluluğuna ilişkin hükümler, kıyas yoluyla sözleşmeye aykırılık hâllerine de uygulanır” denilmiştir.
O halde, deprem zararlarında binayı yapan veya satanların “haksız fiil” niteliğindeki kusurlarına, eser ve satım sözleşmesindeki zamanaşımı süreleri değil, TBK’nun 72.maddesindeki “haksız fiil zamanaşımı süreleri” uygulanacaktır.
b) Ayrıca, eserdeki veya satılandaki ayıplara ve eksikliklere anılan sözleşmelerdeki zamanaşımı süreleri uygulanacak ise de, sözleşmelere hiç uyulmaması veya sözleşmenin yerine getirilmemesi durumlarına 6098 sayılı TBK’nun 146.maddesindeki (önceki BK.125) on yıllık genel zamanaşımı süresi uygulanacaktır.
c) Gerek haksız fiillerdeki (2) ve(10) yıllık, gerek sözleşmelere ilişkin (10) yıllık zamanaşımı sürelerinin başlangıcı “öğrenme” olgusu ise de, öğrenmenin (10) yıldan sonra gerçekleşmesi durumunda (10) yıllık süreler aşılmış olacaktır. Çünkü, Öğretide ve Yargıtay kararlarında kabul edildiği üzere, bir zarar ortaya çıkıp “dava edilebilir” nitelik kazanmadıkça, zamanaşımı işlemeye başlamaz.
Deprem zararlarında, bina veya bağımsız bölüm hangi tarihte teslim edilmiş veya satılmış olursa olsun, zarar depremle ortaya çıkmakta; böylece zararı “öğrenme” olgusu depremin olduğu gün gerçekleşmektedir.
3- Eser ve Satış Sözleşmelerindeki süreler deprem zararlarına uygulanamaz.
a) 6098 sayılı Yasa’nın satıcının ağır kusuruna ilişkin 244.maddesi 3.fıkrasında olduğu gibi, yüklenicinin ağır kusuruna ilişkin 478.maddesinde de, zamanaşımının “teslim” tarihinden başlatılarak (20) yıl ile sınırlandırılmış olması, bizce doğru olmamıştır. Şöyle ki:
aa)Yasanın yukarda belirtilen maddeleri, haksız eylemlerde zamanaşımı süresine ilişkin TBK’nun 72.maddesinin gerekçesiyle bağdaşmadığı; gerekçede belirtilen sakıncaların, yasalaşma sırasında bu maddelere gelindiğinde gözden kaçırıldığı; oysa 72.maddenin Adalet Komisyonu gerekçesinde yer alan “zarar, ancak sonucun meydana geldiği tarihte oluşmuş olacağından, zamanaşımının da başlangıç tarihinin, zorunlu olarak, sonucun meydana geldiği tarih sonrasındaki “öğrenme tarihi” olacağı” görüşünün yüklenicinin ve satıcının ağır kusuruna uygulanacak zamanaşımı yönünden de önem taşıdığı düşüncesindeyiz.
bb)Yüklenicinin ve taşınmaz satıcısının ağır kusuru halinde açılacak davalar için (20) yıllık zamanaşımı süresi uygun görülürken, öyle sanıyoruz ki, deprem zararlarıyla ilgili Yargıtay kararlarındaki gerekçeler ve bu kararlara yansıyan yaşam gerçekleri gözden kaçırılmıştır. Anımsanacağı üzere, 1999 depreminden uzun yıllar önce inşa edilip teslim edilen binaların aradan 20 yıl, 30 yıl gibi süreler geçtikten sonra depremle yıkılması olayında ortaya çıkan ölüm, yaralanma ve maddi hasarlar için açılan davalarda, Yargıtay’ın ilgili dairesince ve daha sonra Hukuk Genel Kurulunca, Borçlar Kanunu 60.maddesi 1.fıkrasındaki “öğrenme” olgusunun “zararın ortaya çıkması” ve “dava edilebilir nitelik kazanması” ile gerçekleşeceği kabul edilerek yargıdaki olası haksız uygulamalar ve hak kayıpları önlenmiştir. Bunca güzel ve doğru kararlar oluşturulmuşken, sürenin yirmi yıl ile sınırlandırılması, üzerinde yeterince durulup düşünülmemiş bir düzenleme olmuştur.
cc)Burada şuna dikkat edilmelidir: Satış ve Eser Sözleşmelerindeki (20) yıllık süreler, taşınmaz yapılardaki gizli ayıplar ve ağır kusur hallerine ilişkin olup, binaların plan ve projeye, imar düzenlemelerine, deprem yönetmeliğine, inşaat tekniğine aykırı yapılması, eksik ve kötü malzeme kullanılması “ağır kusur” değil, yukarda en başta açıkladığımız gibi, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 21.maddesi 2.fıkrasına göre “olası kast” ve Yasa’nın 85.maddesine göre “taksirle öldürme” 89.maddesine göre “taksirle yaralama” suçlarıdır. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 49.maddesine göre ise “haksız fiil’dir.
O halde, depremle orta ya çıkan zararlar nedeniyle açılacak davalarda, 6098 sayılı TBK’nun satış sözleşmesine ilişkin 244.maddesi 3.fıkrasındaki ve eser sözleşmesine ilişkin 478.maddesindeki “ağır kusur” hallerine ilişkin (20) yıllık süreler değil, 6098 sayılı TBK’nun 72.maddesindeki haksız fiil zamanaşımı süreleri uygulanacaktır. Bunun önemi, 72.maddenin gerekçesinde (10) yıllık objektif sürenin aşılabilecek olması; Yargıtay kararlarında benimsendiği üzere, zarar ortaya çıkmadıkça ve dava edilebilir nitelik kazanmadıkça” zamanaşımının işlemeye başlamayacak olmasıdır. Başka bir anlatımla, bina hangi tarihte teslim edilmiş veya satılmış olursa olsun, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen bir zarar ortaya çıkmadıkça bir davadan söz edilemeyecek olması; ancak zarar depremle ortaya çıktıktan sonra bir dava açma gereğinin doğmasıdır.
b) Yüklenicinin (veya satıcının) ağır kusuru ve taşınmaz yapılardaki gizli ayıplar nedeniyle açılacak davaların, 6098 sayılı Yasa’da (20) yıl ile sınırlandırılmış olmasının sakıncalarını, bir de “zamanaşımının başlangıcı” yönünden ele alıp somut örnekler vermek istiyoruz. Şöyle ki:
Yirmi yıllık zamanaşımının başlangıcı, satılan ya da inşa edilen binanın veya bağımsız bölümün “teslim ve mülkiyeti geçirme tarihi” olunca, her alıcıya veya her bağımsız bölüm malikine göre zamanaşımı süreleri farklı olacaktır. Örneğin, arsa payı karşılığı inşaat işi yapan “yüklenici”nin, arsa sahiplerine vereceği bağımsız bölümleri teslim tarihi ile aynı yüklenicinin “satıcı” sıfatıyla üçüncü kişilere ayrı ayrı sattığı bağımsız bölümlerin teslim tarihleri farklı olacaktır. Hatta kimi zaman yüklenici, kendi payına düşen bağımsız bölümleri satmayıp uzun süre elinde tutmuş ve binanın yapımını bitirdikten yıllar sonra satmış olabilir.
Bütün bu durumlarda (20) yıllık zamanaşımı süresi, her bağımsız bölüm malikine göre farklı olacak; her birinin “teslim ve devir alma” tarihi değişik olduğundan, yükleniciye veya satıcıya karşı açacakları davaların zamanaşımı süreleri, ayıplı binanın yapımından 20 yıl, 22 yıl, 25 yıl, 27 yıl…gibi farklı süreler olacaktır. Görüldüğü gibi, burada zamanaşımını (20) yıl ile sınırlamanın sakıncaları daha da belirgindir.
Bu sakıncalı durumu gidermenin tek yolu, yukarda önerdiğimiz gibi, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun satıcının sorumluluğuna ilişkin 244/3.maddesi ile yüklenicinin sorumluluğuna ilişkin 478.maddesinde düzeltme yapılarak, (20) yıllık süre yerine, “Yüklenicinin (satıcının) ağır kusuru varsa, zamanaşımı sürelerinden yararlanamaz” denilmesidir.
Böyle denilince de, zamanaşımının başlangıcı, “zararın gerçekleştiği” ve “dava edilebilir” nitelik kazandığı tarih olacak; hak yerini bulacaktır.
Nitekim Yargıtay’ın, Gölcük-Yalova depreminde zarar görenlerin açtıkları davalarla ilgili verdiği kararlarında, zamanaşımının başlangıcı, binanın “teslim tarihi” değil, “zararın gerçekleştiği” ve “dava edilebilir” nitelik kazandığı tarih olarak kabul edilmiş; böylece adaletli bir çözüm sağlanmıştır.
Yargıtay’ın, depremlerle ilgili çok sayıda kararlarına egemen olan bu görüş, 6098 sayılı yeni Yasa’nın yukarda anılan (244/3. ve 478.) maddelerine yansıtılmalı; yeni Yasa’nın 72.maddesinin gerekçesi doğrultusunda düzeltme yapılmalıdır.
4- Yargıtay’ın depremle ilgili kararlarındaki gerekçeler
Önceki 818 sayılı Yasa’da süre belirtilmemiş olmasının Gölcük-Yalova depreminde yararları görülmüş; satıcının ve yüklenicinin “ağır kusuru, hilesi, sakladığı gizli ayıplar” yüzünden “zamanaşımından yararlanamayacağı” biçimindeki düzenleme nedeniyle, ayıplı binanın tesliminden otuz yıl sonra sorumlular hakkında dava açılabilmiş; hak kayıpları önlenebilmiştir. Buna ilişkin Yargıtay kararlarındaki ortak görüşler şöyledir:
a) Hukuka aykırı eylem oluşmuş ama zarar gerçekleşmemişse, zamanaşımı süresinin başlaması söz konusu olamaz. Yasalarda öngörülen zamanaşımı sürelerinin işlemeye başlayabilmesi için öncelikle o hakkın “istenebilir bir konuma” gelmesi gerekir..
b) Tazminat isteminin doğmadığı bir tarihte, zamanaşımının başlatılması, hakkın istenmesini olanaksız kılar.
c) En önemli koşul, “zararın tazminat olarak istenebilir bir konuma gelmesi”dir.
d) Tazminat alacağına ilişkin zamanaşımı süresi, zararın “dava edilebilir” hale geldiği anda başlayacaktır. Zarar gerçekleşmeden bir “dava açma olanağı” bulunamayacağına göre, zamanaşımının işlemeye başlayabilmesi için öncelikle istem konusu hakkın dava edilebilir bir konuma gelmesi gerekir.
e) Hukuka aykırı eylem oluşmuş, ama zarar gerçekleşmemişse, zamanaşımı süresinin başlaması söz konusu olamaz. Davalının hukuka aykırı eylemi, yapının yapıldığı tarihte gerçekleşmiş; ancak o tarihte davacının bir zararı doğmamıştır. Bir zarar olmayınca, davacının bir dava açma olasılığı da bulunamayacağı doğaldır.
f) Ceza Yasası yönünden de, deprem nedeniyle bina yıkılmasında suç tarihi binanın yıkıldığı tarihtir. Dava zamanaşımı, yaralanma ve ölüm anından itibaren işlemeye başlar.
Yapının genel bir tehlikeyi içerecek biçimde yıkılması halinde, suç tarihi yıkılma (göçme - çökme) anıdır. Yıkılan binanın, yasada öngörülen yaralanma ya da ölüm sonucuna yol açtığı anda suç işlenmiş sayılır. Dolayısıyla, suçun nitelikli biçiminin oluşumu için zorunlu öğe olan, yaralanma ya da ölüm anı, suçun işlenme tarihi olduğundan, bu suç yönünden 5237 sayılı TCK'nun 66. maddesinde öngörülen dava zamanaşımının da bu tarihten itibaren hesaplanması gerekir.
VIII- DEPREM ZARARLARINA İLİŞKİN YARGITAY KARARLARI
Hukuka aykırı eylem oluşmuş ama zarar gerçekleşmemişse, zamanaşımı süresinin başlaması söz konusu olamaz. Yasalarda öngörülen zamanaşımı sürelerinin işlemeye başlayabilmesi için öncelikle o hakkın istenebilir bir konuma, duruma gelmesi gerekmektedir.
Deprem nedeniyle yıkılan binanın yapımı, yönetmeliğe aykırı olmasına karşın o tarihte zarar doğmadığından, davacının anılan tarihte bir talep hakkı da olmayacaktır. Bu yüzden tazminat isteminin doğmadığı bir tarihte, zamanaşımının başlatılması, hakkın istenmesini olanaksız kılar.
Bir kimsenin, ödence isteminde bulunabilmesi için öncelikle bir zararın olması ilk koşuldur. Çünkü davanın hukuksal nedeni ödence olunca, öncelikle bunun var ve miktarının da belli veya belirlenebilir olması gerekir. Öte yandan ve en önemli koşul, “zararın tazminat olarak istenebilir bir duruma gelmesi”dir. Davaya konu edilen olayda olduğu gibi, davalının hukuka aykırı eylemi, yapının yapıldığı tarihte gerçekleşmiştir. Ancak o tarihte davacının eldeki davaya konu ettiği tür ve kapsamda bir zararı doğmamıştır. Böyle bir zarar olmayınca, davacının böyle bir dava açma olanağı da bulunamayacağı doğaldır. Zamanaşımı, harekete geçememek durumunda bulunan kimsenin aleyhine işlemez.
Tüm bu olgular gözönünde tutulduğunda, istemin zamanaşımına uğradığı gerekçesi ile davanın reddedilmiş olması usule, yasaya ve dosyadaki somut olgulara uygun düşmemektedir.
4.HD.11.12.2001, E.2001/8406 - K.2001/12825
Zararın ortaya çıktığı deprem tarihinin zamanaşımı sürelerine başlangıç olarak alınması gerekir. Tazminat alacağına ilişkin zamanaşımı süresi, zararın dava edilebilir hale geldiği anda başlayacaktır
Hukuka aykırı fiil işlenmesine rağmen, onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış; zararın ortaya çıkması için, fiil tarihinden sonra birtakım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise, doğal olarak zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması da mümkün olmayacaktır. Binanın yapım tarihinde, davalının hukuka aykırı eylemi gerçekleşmiştir. Ancak ortada henüz bir zarar bulunmamaktadır. Yukarıda değinildiği gibi, her hukuka aykırı eylem, zararın oluşmasına neden olmayabilir. Binanın yapımı sırasında oluşan hukuka aykırılık eylemi, depremin oluşumu sonucunda zararı doğurmuştur. Tazminat alacağına ilişkin zamanaşımı süresi de, diğer alacaklar gibi, onun alacaklısınca talep ve dava edilebilir hale geldiği anda başlayacaktır. Somut olayda, davacıya ait mesken her ne kadar Yapı Kullanma İzin Kağıdına göre 06.11.1975 tarihinde tamamlanıp teslim edilmiş ve o tarih itibariyle hukuken binanın davalılar ile ilişkisi kesilmiş ise de, davalıların haksız fiili, onun sonucunda oluştuğu ileri sürülen zararın meydana geldiği 17.08.1999 tarihinde gerçekleşmiş sayılmalıdır. Dolayısıyla, zamanaşımı sürelerinin başlangıcına bu tarih esas alınmalıdır. Yargıtay'ın bu konudaki uygulaması da, deprem nedeniyle oluşan zararların tazminine ilişkin davalarda, zararın öğrenildiği tarihin, dolayısıyla, o zararın ortaya çıktığı deprem tarihinin zamanaşımı sürelerine başlangıç olarak alınması gerektiği yönündedir.”
HGK.04.06.2003, E.2003/4-400 K.2003/393
Zarar gerçekleşmeden bir dava açma olanağı bulunamayacağına göre, zamanaşımının işlemeye başlayabilmesi için öncelikle istem konusu hakkın dava edilebilir bir konuma gelmesi gerekir.
1- Yasalarda öngörülen zamanaşımı sürelerinin işlemeye başlayabilmesi için öncelikle dava konusu hakkın istenebilir bir konuma gelmesi gerekmektedir. Yasalarda hakkın istenebilir konumuna, diğer bir anlatımla yerine getirilmesinin gerektiği güne, ödeme günü denmektedir. Bir hak, var olsa bile, o hakkın istenmesi için gerekli koşullar gerçekleşmedikçe istenemez.
2- Sorumluluk hukukunun genel kuralı gereğince, bir kimsenin haksız eylem nedeniyle sorumlu tutulabilmesi için, öncelikle hukuka aykırı bir eylemin bulunması, bir zararın meydana gelmesi, zararın meydana gelmesinde kusurun bulunması ve haksız eylemle zarar arasında da uygun illiyet bağının olması gerekir.
3- Zararla, hukuka aykırı eylem arasında, uygun nedensellik bağının bulunup bulunmadığı koşuluna gelince, dava konusu zararlandırıcı sonuç, depremin meydana gelmesi ile gerçekleşmiştir. Başka bir anlatımla zarar, davalıların yönetmeliklere aykırı davranmasının etkisi, ancak depremin meydana gelmesiyle oluşmuştur. Şu durumda burada tartışılması gereken konu, zararlandırıcı olan sonuca, yönetmeliklere uygun davranmamanın etkisi olup olmadığı üzerinde durmak gerekir. Bu bağlamda deprem olmasaydı, zarar da meydana gelmezdi biçimindeki olgu gözönünde tutulduğunda, sanki zararın salt depremin varlığının bir sonucu olduğu düşünülebilir. Ancak görünürdeki sonuç böyle ise de, iddia, davalıların binayı depreme dayanıklı durumda yapmamalarıdır. Eğer bina, yazılı bulunan yapı yönetmeliklerine ve teknik koşullara uygun yapılsaydı, buna karşın deprem nedeniyle yıkılsaydı, bu durumda, zararla hukuka aykırı eylem arasındaki uygun illiyet bağı kesilmiş olacağından davalıların sorumluluklarına gidilmeyecekti. Hiç deprem olmasaydı, davalıların yıllarca önce işledikleri hukuka aykırı eyleminden dolayı, zarar olmadığı için davaya konu edilen biçimde bir ödence davası açılamayacaktı. Diğer bir anlatımla, davalıların hukuka aykırı eyleminin, ileride bir zarar doğuracağı varsayımı ile bu nitelik ve kapsamda sorumluluklarına gidilmeyecekti.
4- İstemin zamanaşımına uğrayıp uğramadığı sorununa gelince, BK.’nun 60.maddesinde, haksız bir eylem sonucu meydana gelen zarar nedeniyle zarar görenin, zararı ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren bir yıl ve her durumda, zararın meydana gelmesine neden olan eylemden itibaren de on yıl içinde istemde bulunulmasını öngörmüştür. Devamında ise, haksız eylemin suç teşkil etmesi durumunda, bu sürelerin ceza yasasında öngörülen sürelere bağlı olacağı hüküm altına alınmıştır. Yine aynı maddenin, “ ... zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren...” biçimindeki düzenlemede hukuka aykırı eylemin yanında zararın gerçekleşmesinin de öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Diğer bir anlatımla, hukuka aykırı eylemin varlığına karşın, zarar gerçekleşmemişse, zamanaşımı süresinin başlaması söz konusu olmayacaktır. Somut olayda, hukuka aykırı eylem daha önce, zarar ise depremin meydana gelmesi ile gerçekleşmiştir.
5- Maddenin bu düzenleniş biçimi, somut olaya uygulandığında, şöyle bir sonuca varmak gerekir. Bir kimsenin, ödence isteminde bulunabilmesi için öncelikle bir zararın doğması ilk koşuldur. Çünkü davanın hukuki nedeni ödence olunca, öncelikle bunun var ve miktarın da belli veya belirlenebilir olması gerekir. Öte yandan ve en önemli koşul, bu “zararın tazminat olarak istenebilir bir duruma gelmiş olması”dır. Davaya konu edilen olayda olduğu gibi, davalının hukuka aykırı eylemi, yapının yapıldığı tarihte gerçekleşmiştir. Ancak o tarihte davacının eldeki davaya konu ettiği tür ve kapsamda bir zararı doğmamıştır. Bu tür bir zarar olmayınca, davacının eldeki gibi böyle bir dava açma olasılığı da bulunamayacağı doğaldır. Zamanaşımı, harekete geçememek, istemde bulunamamak durumunda bulunan kimsenin aleyhine işlemez.
6- Yapıyı yapan davalılar ile, yapıyı yaptıran iş sahibi arasında düzenlenen yapım sözleşmesinde, yıkılan binanın var olan durumuna göre yapılması öngörülmüşse, yapı sahibinin de sözleşmeye göre bir istemi olmayacaktır. İş sahibinden binayı o haliyle devir alanın da bir istemi bulunmayacaktır. Çünkü böyle bir sorumluluk, sözleşmeden kaynaklanmaktadır. Bunun içindir ki, binadaki gizli ayıplar için öngörülen sürelerin, dava konusu olayda uygulama olanağı olamaz. Biri haksız eylem, diğeri sözleşmeden kaynaklanan sorumlulukla ilgilidir. Bundan dolayı da, yanları ve hukuki sorumluluklarının nedenleri ayrı olan iki düzenlemeyi, aynı hukuki sonuca bağlamak düşünülemez.
Hukuki düzenleme ve eldeki bu olgulara göre, binanın yapımı, yönetmeliğe aykırı olsa bile, o tarihte zarar doğmadığından davacının anılan tarihte bir talep hakkı da olamayacaktır. Bir hakkın, bu bağlamda ödence isteminin doğmadığı bir tarihte, zamanaşımının başlatılması hakkın istenmesini ve elde edilmesini güçleştirir, hatta olanaksız kılar. Binanın yapım tarihinde, davalının hukuka aykırı olan eylemi gerçekleşmiştir. Ancak ortada henüz bir zarar bulunmamaktadır. Binanın yapımı sırasındaki hukuka aykırılık eylemi nedeniyle, depremin oluşumu sonucu zarar doğmuştur.
Tüm bu olgular gözönünde tutulduğunda, istemin zamanaşımına uğradığı gerekçesi ile davanın reddedilmiş olması usule, yasaya ve dosyadaki somut olgulara uygun düşmemektedir. O halde mahkemece yapılacak iş, somut olayın özelliği, oluş biçimi de gözetilerek davalıların kusurları araştırılarak varılacak sonuca göre karar vermektir. Bu yönün gözetilmemiş olması bozmayı gerektirmiştir.
4.HD.13.05.2002, E.2002/4491 – K.2002/5701
Hukuka aykırı eylem oluşmuş ama zarar gerçekleşmemişse, zamanaşımı süresinin başlaması söz konusu olamaz.
Deprem nedeniyle yıkılan binanın yapımı, yönetmeliğe aykırı olmasına karşın o tarihte zarar doğmadığından, davacının anılan tarihte bir talep hakkı da olmayacaktır. Bu yüzden tazminat isteminin doğmadığı bir tarihte, zamanaşımının başlatılması, hakkın istenmesini olanaksız kılar. Binanın yapımı tarihinde hukuka aykırı eylem gerçekleşmiş ama zarar, deprem sonucu doğmuştur. O halde zamanaşımının başlangıcı depremle ortaya çıkan zararın gerçekleştiği tarihtir.
4.HD.13.05.2002, E.2002/4491 K.2002/5701
Bir kimsenin ödence isteminde bulunabilmesi için, öncelikle bir zararın olması ve bu zararın tazminat olarak istenebilir bir duruma da gelmesi ilk koşuldur.
Uyuşmazlık, zamanaşımının başlangıç tarihi ile ilgilidir. Diğer bir anlatımla zamanaşımı binanın tamamlanıp teslim edildiği tarihten mi, yoksa zararın meydana geldiği tarihten itibaren mi başlayacağı konusundadır. Bir kimsenin ödence isteminde bulunabilmesi için öncelikle bir zararın olması ilk koşuldur. Çünkü davanın hukuki nedeni ödence olunca öncelikle bunun var ve miktarının da belli veya belirlenebilir olması gerekir. Öte yandan ve en önemli koşul, bu zararın tazminat olarak istenebilir bir duruma da gelmesidir. Davaya konu edilen olayda olduğu gibi, davalının hukuka aykırı eylemi, yapının yapıldığı tarihte gerçekleşmiştir. Ancak o tarihte davacının eldeki davaya konu ettiği tür ve kapsamda bir zararı doğmamıştır. Böyle bir zarar olmayınca, davacının eldeki gibi böyle bir dava açma olanağı da bulunamayacağı doğaldır. Zamanaşımı, harekete geçememek durumunda bulunan kimsenin aleyhine işlemez. Davaya konu edilen olaydaki deprem, yani zarar doğurucu sonuç 17.8.1999 günü meydana gelmiş olup, eldeki işbu dava ise 28.10.1999 günü yani bir yıllık süre içinde açılmıştır. Bu süre, BK.'nun 60. maddesinde öngörülen bir yıllık süreye uygun düşmektedir. Mahkemece, yetersiz ve yanılgılı gerekçe ile davanın zamanaşımı nedeniyle reddi usul ve yasaya aykırıdır. Yapılacak iş, zararın kapsamının belirlenmesi ve hüküm altına alınmasıdır.
4.HD.18.12.2002, E.2002/13842 K.2002/14290
Hukuka aykırı eylemin varlığına karşın, zarar gerçekleşmemişse, zamanaşımı süresinin başlaması söz konusu olamaz.
Yasalarda öngörülen zamanaşımı sürelerinin işlemeye başlayabilmesi için öncelikle o hakkın istenebilir bir duruma gelmiş olması gerekir. Haksız eylem sonucu oluşan zararların dava konusu edilmesi durumunda zamanaşımı konusunu düzenleyen Borçlar Yasası'nın 60. maddesi gereğince haksız bir eylem sonucu meydana gelen zarar nedeniyle zarar görenin, zararı ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren bir yıl ve her durumda zararın meydana gelmesini sağlayan eylemden itibaren on yıl içinde istemde bulunulması gerekir. Buna göre hukuka aykırı eylemin varlığına karşın, zarar gerçekleşmemişse, zamanaşımı süresinin başlaması söz konusu olamaz.
4.HD.30.06.2004, E.2004/2110 K.2004/8595
Deprem nedeniyle bina yıkılmasında suç tarihi binanın yıkıldığı tarihtir. Dava zamanaşımı, yaralanma ve ölüm anından itibaren işlemeye başlar.
Bina yıkılmasının, TCY.'nın 383. maddesinde yazılı suçu oluşturabilmesi için, bir musibet, bir felaket sayılabilecek nitelikte olması gerekmektedir. Bu da, binanın yıkılması sonucu, mal ya da kişilere yönelik tehlikeden dolayı kamu esenliğinin derin ve yaygın şekilde sarsılmış olması ile mümkündür. Taksirin cezalandırılabilmesi için yapının yıkılması bir musibet, bir felaket niteliğinde olması gerekir.
Taksirle tehlikeye neden olma suçunda taksirin bulunduğunun kabulü için dört koşul aranmalıdır. Birinci koşul failin, büyük bir tehlikeyi meydana getiren bir hareketi bilerek ve isteyerek yapmış olması, başka deyişle eylemin iradi olmasıdır, ikinci koşul, sonucun öngörülebilir olması, üçüncü koşul, failin sonucu istememiş bulunması, nihayet dördüncü koşul ise, failin hareketi ile gerçekleşen tehlike arasında nedensellik bağının bulunmasıdır.
Depremin inzimam eden etkisiyle Sanat ve meslekte deneyimsizlik veya nizam, emir ve kurallara riayetsizlik sonucu, umumi bir tehlike yaratan tahribat ve musibete neden olan sanıkların eylemi TCY.nın 383. maddesindeki suçu oluşturur. Maddenin birinci fıkrasında öngörülen suçta dava zamanaşımı, tahribat ve musibetin gerçekleşmesi, 2. fıkrasındaki suçta ise yaralanma ve ölüm anından itibaren işlemeye başlar.
CGK.04.03.2003, E.2002/9-314 K.2003/15
Yapının genel bir tehlikeyi içerecek biçimde yıkılması halinde, suç tarihi yıkılma ( göçme - çökme ) anıdır. Yıkılan binanın, yasada öngörülen yaralanma ya da ölüm sonucuna yol açtığı anda suç işlenmiş sayılır. Dolayısıyla, suçun nitelikli biçiminin oluşumu için zorunlu öğe olan, yaralanma ya da ölüm anı, suçun işlenme tarihi olduğundan, bu suç yönünden TCY'nın 102. maddesinde öngörülen dava zamanaşımının da bu tarihten itibaren hesaplanması gerekir.
TCY'nın 103. maddesine göre, tamamlanmış suçlarda dava zamanaşımı süresi eylemin vuku gününden itibaren başlar. Suç her zaman bir anda meydana gelmez. Maddi unsurun parçalarını meydana getiren hareket ile sonuç arasında az veya çok uzun bir zaman geçmiş olabilir. Hatta hareket ve sonuç ayrı ayrı yerlerde gerçekleşmiş de olabilir. ( Dönmezer-Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, 14. Bası, Cilt 1, s. 223 ) Neticesi harekete bitişik suçlarda, ihlali belirten hareket yapılır yapılmaz suç da tamam olmuştur; bu itibarla suç hareketin yapıldığı yer ve zamanda işlenmiştir, zamanaşımı o andan itibaren işlemeye başlamıştır. Neticesi hareketten ayrı olan suçlarda ise, suçun tamam olması için ihlali belirten hareketten başka kanuni tarifte yer alan neticenin de gerçekleşmesi lazımdır; böylece suç, bu neticenin gerçekleştiği yer ve zamanda işlenmiştir, zamanaşımı da o andan itibaren işlemeye başlamıştır. ( Dönmezer-Erman, age, s. 384 )
TCY'nın 383. maddesinin birinci fıkrasında yazılı, neticesi hareketten ayrı ve seçimlik suçlardan olan genel bir tehlikeyi içerecek biçimde tahribat ve musibete neden olma suçunun gerçekleşme anı, sonucun yani tahribat ve musibetin gerçekleştiği andır, başka bir deyişle, yapının genel bir tehlikeyi içerecek biçimde yıkılması halinde, yapının yıkıldığı andır. Bu nedenle suç tarihi de: yıkılma ( göçme - çökme ) anıdır. İkinci fıkrada yazılı suç ise, genel bir tehlikeyi içerecek biçimde yıkıla0n binanın, yasada öngörülen yaralanma ya da ölüm sonucuna yol açtığı anda işlenmiş sayılır. Dolayısıyla, suçun nitelikli biçiminin oluşumu için zorunlu öğe olan, yaralanma ya da ölüm anı, ikinci fıkradaki suçun işlenme tarihi olduğundan, bu suç yönünden TCY'nın 102. maddesinde öngörülen dava zamanaşımının da bu tarihten itibaren hesaplanması gerekir.Bu açıklamalar ışığında somut olay ele alınıp değerlendirildiğinde; Yapım aşamasındaki kusurlu hareketleri ile, genel tehlike yaratacak biçimde binaların çökmesine ve ölüme neden olan sanıkların eylemlerinin TCY'nın 383/2. maddesindeki suçu oluşturduğu, binalar içinde bulunan 22 kişinin öldüğü 17 Ağustos 1999 gününün suç tarihi olduğu, kamu davasının ise Yasası'nın 102. maddesinde öngörülen beş yıllık dava zamanaşımı dolmadan 20.12.1999 tarihli iddianameyle açıldığı anlaşılmaktadır.Bu itibarla, TCY'nın 383. maddesinin birinci fıkrasındaki suçun oluşumu için tehlikenin fiilen meydana gelmesi, başka bir deyişle tahribat ve musibetin gerçekleşmesi, ikinci fıkrasındaki suçun oluşumu için de ölümün meydana gelmesi gerektiğini gözardı eden Yerel Mahkemenin, kusurlu inşa edilen yapı için kullanma izin belgesinin alındığı tarihi suçun işlendiği tarih, dolayısıyla dava zamanaşımının başlangıç tarihi olarak kabul edip, kamu davasının zamanaşımı süresinin dolmasından sonra açıldığı gerekçesiyle ortadan kaldırılmasına karar vermesi isabetsizdir.
CGK.08.11.2003, E.2003/9-261 K.2003/274
Zarar depremle ortaya çıkmış olup, tazminat isteminin doğmadığı bir tarihte zamanaşımının başlatılması hakkın istenmesini ve elde edilmesini güçleştirir, hatta olanaksız kılar.
Davacılar, 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen deprem nedeniyle binanın çökmesi sonucu yakınlarını kaybettiklerini, binanın davalılar tarafından yapıldığını, zararın oluşumuna davalıların hukuka aykırı eylemlerinin neden olduğunu belirterek maddi ve manevi tazminat isteminde bulunmuştur.
1979 yılında yapılıp tamamlanan binanın, yönetmeliğe aykırı olmasına karşın, o tarihte zarar doğmadığından davacının anılan tarihte bir talep hakkı da olamayacaktır. Bir hakkın, bu bağlamda ödence isteminin doğmadığı bir tarihte, zamanaşımının başlatılması hakkın istenmesini ve elde edilmesini güçleştirir, hatta olanaksız kılar. Binanın yapım tarihinde, davalının hukuka aykırı olan eylemi gerçekleşmiştir. Ancak ortada henüz bir zarar bulunmamaktadır. Somut olayda olduğu gibi, her hukuka aykırı eylem, zararın oluşmasına neden olmayabilir. Binanın yapımı sırasındaki hukuka aykırılık eylemi nedeniyle, depremin oluşumu sonucu zarar doğmuştur.
Davaya konu edilen olaydaki deprem, yani zarar doğurucu sonuç 17.8.1999 günü meydana gelmiş olup, eldeki işbu dava ise 24.1.2000 günü yani bir yıllık süre içinde açılmıştır. Bu süre, BK.nun 60. maddesinde öngörülen bir yıllık süreye uygun düşmektedir.
Davanın açıldığı tarih itibariyle daha uzun süreli bu bağlamda ceza zamanaşımının uygulanıp-uygulanmaması konusunun tartışılması eldeki bu dava için gerekli değildir.
4.HD.03.02.2005, E.2004/7039 K.2005/746
Hukuka aykırı eylemin varlığına karşın, zarar gerçekleşmemişse zamanaşımı süresi başlamaz. Olayda, depremin olması ile zarar doğduğundan zamanaşımı süresi bu tarihten itibaren başlar.
Dava deprem sonucu yıkılan daire nedeniyle uğranılan zararın binayı inşa eden yüklenici firmadan giderimine ilişkin olup, uyuşmazlık zamanaşımının binanın tamamlanıp teslim edildiği tarihte mi, yoksa zararın meydana geldiği tarihten itibaren mi başlayacağı konusundadır. Haksız bir eylem sonucu meydana gelen zarar nedeniyle zarar görenin zararı ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren ve her durumda, zararın meydana gelmesini sağlayan eylemden itibaren 10 yıl içinde istemesi gerekir. Hukuka aykırı eylemin varlığına karşın, zarar gerçekleşmemişse zamanaşımı süresi başlamaz. Olayda, depremin olması ile zarar doğduğundan zamanaşımı süresi bu tarihten itibaren başlar.
Davacı 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen deprem nedeniyle binanın çöktüğünü, bu binanın davalı şirket tarafından yapıldığını, zararın oluşumuna davalıların hukuka aykırı eylemlerinin neden olduğunu belirterek maddi ve manevi tazminat isteminde bulunmuştur.
Mahkemece, deprem nedeniyle binanın yıkılması sonucu zararın meydana geldiği, ne var ki binanın yapılmasından bu yana on yıldan fazla bir sürenin geçtiği, böylece BK'nın 125., 126. ve 363. maddeleri göz önünde tutulduğunda, on yıllık zamanaşımı süresinin geçtiği belirtilerek istemin zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Kanıtlara göre, yıkılan bina 1976 tarihinde yapı kullanma ruhsatı alınıp dava dışı Mehmet Koçak'a satılmış, ondan da davacı 1993 yılında satın almıştır. Binanın yıkıldığı tarihten on yıldan daha fazla süreden önce tamamlandığı konusunda yanlar arasında uyuşmazlık yoktur. Uyuşmazlık, zamanaşımının başlangıç tarihi ile ilgilidir. Diğer bir anlatımla zamanaşımı, binanın tamamlanıp teslim edildiği tarihte mi, yoksa zararın meydana geldiği tarihten itibaren mi başlayacağı konusundadır.
Zamanaşımı, bir maddi hukuk kurumu değildir. Diğer bir anlatımla zamanaşımı, bir borcu doğuran, değiştiren ortadan kaldıran bir olgu olmayıp, salt doğmuş ve var olan bir hakkın istenmesini ortadan kaldıran bir savunma aracıdır. Bu bakımdan zamanaşımı alacağın varlığını değil, istenebilirliğini ortadan kaldırır. Bunun sonucu olarak da yargılamayı yapan yargıç tarafından yürüttüğü görevinin bir gereği olarak kendiliğinden göz önünde tutulamaz. Borçlunun böyle bir olgunun var olduğunu, yasada öngörülen süre ve usul içinde ileri sürmesi zorunludur. Demek oluyor ki zamanaşımı, savunması ileri sürülmedikçe istemin konusu olan hakkın var olduğu ve kabulüne karar verilmesinde hukuksal ve yasal bir engel bulunmamaktadır.
İşte bundan dolayı, yasalarda öngörülen zamanaşımı sürelerinin işlemeye başlayabilmesi için öncelikle o hakkın istenebilir bir konuma, duruma gelmesi gerekmektedir. Yasalarda bu istenebilir konumda, yerine getirilmesinin gerektiği gün yani ödeme günü denmektedir. Bir hak, var olsa bile o hakkın istenmesi için gerekli koşullar gerçekleşmemişse istenemez.
Davaya konu edilen olayda 1976 yılında yapılıp tamamlanan ve 17.08.1999 tarihinde meydana gelen deprem nedeniyle yıkılan binanın Yapı İşleri Genel Teknik Şartnamesi'ne ve ayrıca afet bölgelerinde yapılacak olan yapılar hakkındaki yönetmeliğe uygun yapılmadığı tartışmasızdır. Demek oluyor ki davacı 1976 yılında yapılan ancak deprem sonucu yıkılan bina nedeniyle uğradığı zararını istemektedir.
Sorumluluk hukukunun genel kuralı gereğince, bir kimsenin haksız eylem nedeniyle sorumlu olabilmesi için öncelikle hukuka aykırı bir eylemin bulunması, bir zararın meydana gelmesi, zararın meydana gelmesinde kusurun bulunması ve haksız eylemle zarar arasında da uygun illiyet bağının olması zorunludur.
BK'nun ikinci faslın başlığı ""Haksız Muamelelerden Doğan Borçlar"" başlığını taşımakta olup 41.-60 maddeleri kapsamakta ve haksız eylemlerden doğan düzenlemeleri içermektedir. Bu faslın içinde yer alan 60. madde ise ""müruruzaman"" başlığını taşımaktadır. Anılan bu maddece haksız bir eylem sonucu meydana gelen zarar nedeniyle zarar görenin zararı ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren 1 yıl ve her durumda, zararın meydana gelmesini sağlayan eylemden itibaren 10 yıl içinde istemde bulunması öngörülmüştür. Devamında ise haksız eylemin suç teşkil etmesi durumunda, bu sürelerin ceza yasasında öngörülen sürelere bağlı olacağı hüküm altına alınmıştır. Yine aynı maddenin ""zararı müstelzim fiilinin vukuundan itibaren..."" biçimindeki düzenlemede hukuka aykırı eylemin yanında zararın da gerçekleşmesinin öngörüldüğü anlaşılmıştır. Diğer bir anlatımla, hukuka aykırı eylemin varlığına karşın, zarar gerçekleşmemişse zamanaşımı süresinin başlaması söz konusu olmayacaktır. Somut olayda, hukuka aykırı eylem daha önce zarar ise depremin oluşumu ile gerçekleşmiştir.
Hukuki düzenleme ve eldeki bu olgulara göre, binanın yapımı yönetmeliğe aykırı olmasına karşın, o tarihte zarar doğmadığından davacının anılan tarihte bir talep hakkı da olmayacaktır. Bir hakkın, bu bağlamda ödence isteminin doğmadığı bir tarihte zamanaşımının başlatılması hakkın istenmesini ve elde edilmesini güçleştirir, hatta olanaksız kılar. Binanın yapım tarihinde, davalının hukuka aykırı olan eylemi gerçekleşmiştir. Ancak henüz bir zarar bulunmamaktadır. Depremin oluşumu sonucu zarar doğmuştur.
Davaya konu edilen olaydaki deprem, yani zarar doğrucu sonuç 17.08.1999 günü meydana gelmiş olup eldeki bu dava ise 11.08.2000 günü yani bir yıllık süre içinde açılmıştır. Bu süre, BK'nın 60. maddesinde öngörülen bir yıllık süreye uygun düşmektedir. Tüm bu olgular göz önünde tutulduğunda istemin zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle davanın reddedilmiş olması usule, yasalara ve dosyadaki olgulara uygun düşmemektedir. O halde mahkemece yapılacak iş somut olayın özelliği oluş biçimi de gözetilerek işin esasının incelenip sonucuna göre karar vermektir.
4.HD. 27.03.2003, E.2002/12845 K.2003/3673
Bir kimsenin, ödence isteminde bulunabilmesi için öncelikle bir zararın doğması ilk koşuldur.
Çünkü davanın hukuki nedeni ödence olunca, öncelikle bunun var ve miktarının da belli veya belirlenebilir olması gerekir. Öte yandan ve en önemli koşul, bu zararın tazminat olarak istenebilir bir duruma gelmiş olmasıdır. Davaya konu edilen olayda olduğu gibi, davalının hukuka aykırı eylemi, yapının yapıldığı tarihte gerçekleşmiştir. Ancak o tarihte davacının eldeki davaya konu ettiği tür ve kapsamda bir zararı doğmamıştır. Bu tür bir zarar olmayınca, davacının eldeki gibi böyle bir dava açma olanağı da bulunamayacağı doğaldır. Zamanaşımı, harekete geçememek, istemde bulunamamak durumunda bulunan kimsenin aleyhine işlemez.
Davacıya ait mesken her ne kadar Yapı Kullanma İzin Kağıdına göre 06.11.1975 tarihinde tamamlanıp teslim edilmiş ve o tarih itibariyle hukuken binanın davalılar ile ilişkisi kesilmiş ise de, davalıların haksız fiili, zararın oluşmasına neden olan olgu olarak depremin oluştuğu 17.8.1999 tarihinde gerçekleşmiş sayılmalıdır. Dolayısıyla, B.K.nun 60. maddesindeki 1 ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerinin başlangıcına bu tarih esas alınmalıdır.
HGK.22.10.2003, E.2003/4-603 K.2003/594
VIII-ZORUNLU DEPREM SİGORTASI
1- Tanım
Zorunlu Deprem Sigortası (ZDS) binalarda depremin doğrudan neden olduğu maddi zararlar ile deprem nedeniyle ortaya çıkan yangın, infilak, dev dalga (tsunami) ve yer kayması sonucu oluşan maddi zararları karşılamak amacıyla, yasaca yaptırılması “zorunlu” olan, Türk Ticaret Kanunu’ndaki mal sigortalarından farklı, kamusal nitelikli özel bir “mal sigortası” türüdür.
Can sigortası olmadığı için depremde ölümler ve beden gücü kayıpları nedeniyle maddi ve manevi zararlar bu sigortanın kapsamı dışındadır.
2- Özellikleri
a) Zorunlu Deprem Sigortası poliçesi, sigorta şirketleri tarafından düzenlenmekle birlikte, sözleşmenin tarafı, sigorta şirketleri değil, kamu kurumu niteliğindeki Doğal Afet Sigortalan Kurumu’dur. (DASK)
b) Tazminat ödemesi, sigorta şirketi tarafından değil, Doğal Afet Sigortalan Kurumu (DASK) tarafından yapılır. (6305 sy. Yasa m.3)
c) Zorunlu Deprem Sigortası, deprem nedeniyle binalarda oluşan tüm zararı karşılamaz. Ödenecek miktar (teminat) Bakanlıkça her yıl belirlenen tarifelerle sınırlıdır.
ç) Sigorta bedeli, diğer sigortalarda olduğu gibi poliçede yazılı bedel değil, Bakanlık tarafından yayınlanan “Zorunlu Deprem Sigortası Tarife ve Talimatı” ile belirlenen tutardır.
d) Sigorta bedelinin tespitinde, ZDS Tarife ve Talimatı"nda belirlenen metrekare bedeli 0ile aynı meskenin brüt yüzölçümünün (veya yaklaşık yüzölçümünün) çarpılması sonucu bulunan tutar esas alınır. (Genel Şartlar m.A.4)
e) Sigorta bedeli, ZDS Tarife ve Talimatı"nda belirlenen azami teminat tutarından çok olamaz. (Genel Şartlar A.4)
f) Sigorta tazminatının hesabında, tam veya kısmi hasar olmasına bakılmaksızın, rizikonun gerçekleştiği yer ve tarihte, benzer yapı özellikleri göz önünde bulundurularak, binanın piyasa rayiçlerine göre hesaplanan yeniden yapım maliyeti esas alınır. Ancak sigorta tazminatı, hiçbir durumda sigorta bedelinden fazla olamaz. (Genel Şartlar .B.3.2)
g) Sigorta ettirenin sigorta bedelini kendi iradesiyle belirleme, değiştirme, azaltma veya yükseltme hakkı yoktur.
h) Tazminat miktarının yasa ve poliçe hükümlerine göre tespit edilmesinden sonra DASK, sigorta bedelini aşmamak kaydıyla kesinleşmiş olan tazminat miktarını en geç takip eden bir ay içerisinde hak sahibine ödemek zorundadır.
3- Deprem Sigortası yaptırma zorunluluğu
a) 6305 sayılı Afet Sigortaları Kanunu’nun 10.maddesine göre ”634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu kapsamındaki bağımsız bölümler, tapuya kayıtlı ve özel mülkiyete tâbi taşınmazlar üzerinde mesken olarak inşa edilmiş binalar, bu binaların içinde yer alan ve ticarethane, büro ve benzeri amaçlarla kullanılan bağımsız bölümler ile doğal afetler nedeniyle Devlet tarafından yaptırılan veya sağlanan kredi ile yapılan meskenler zorunlu deprem sigortasına tâbidir.
b) Yukarda belirtilen binalar ve bağımsız bölümler için malikler veya intifa hakkı sahipleri tarafından zorunlu deprem sigortası yaptırılır ve bu sigorta her yıl yenilenir.
c) Yasa’nın 11.maddesi 2.fıkrasına göre “Tapu müdürlükleri, maliklerin veya intifa hakkı sahiplerinin taleplerine bağlı olarak tapu kütüğünde bu sigortaya tâbi bağımsız bölümler ve binalarla ilgili tescil işlemlerini veya tapuya kayıtlı taşınmazın kayda tâbi olmayan bir taşınmaza dönüşmesi hâli hariç olmak üzere terkin işlemlerini zorunlu deprem sigortasının yaptırıldığı ve işlem tarihi itibarıyla geçerli olduğu belgelenmedikçe yapamaz.”
d) Aynı maddenin 3.fıkrasına göre “Zorunlu deprem sigortasının kapsamına giren binalar ve bağımsız bölümlerle ilgili olarak yaptırılan su ve elektrik abonelik işlemlerinde, zorunlu deprem sigortasının varlığı ilgili kuruluşça kontrol edilir. Bu kontrol, gerektiği hâlde, Kurum tarafından elektronik ortamda sağlanan bilgi ve olanaklar ile yapılabilir.”
4- Yasal düzenlemeler
17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nden sonra, ülkemizde çok sık meydana gelen ve büyük yıkımlara neden olan depremlerde konut zararlarını güvenceli bir biçimde karşılamak amacıyla Zorunlu Deprem Sigortası düzenlemesi gündeme gelmiş; ilk kez 587 sayılı Kanun hükmünde Kararname (KHK) ile zorunlu deprem sigortası işlemlerini yürütmek üzere Doğal Afet Sigortaları Kurumu (DASK) adı altında, tüzel kişiliği olan bir kamu kurumu kurulmuş;27 Eylül 2000 tarihinden başlayarak Zorunlu Deprem Sigortası yaptırılmaya başlanmıştır.
Daha sonra, KHK’nun yerini alan 6305 sayılı Afet Sigortaları Kanunu 18 Ağustos 2012 tarihinde yürürlüğe konularak uygulama sağlam bir zemine oturtulmuştur.
Yasa’nın uygulamaya ilişkin maddeleri:
a) Yasa’nın amacı, 1.maddesine göre “binalarda deprem sonucu meydana gelebilecek maddi zararların karşılanmasını teminen yaptırılacak zorunlu deprem sigortası ile sigorta şirketlerince teminat verilemeyen veya teminat verilmesinde güçlükler bulunan çeşitli afetler ve riskler sonucu meydana gelebilecek maddi ve bedeni zararların karşılanabilmesini teminen sunulacak sigorta ve reasürans teminatlarına ilişkin usul ve esasları belirlemektir.”
b) Yasa’nın 3.maddesi 1.fıkrasına göre “Bu Kanuna göre sunulacak sigorta ve reasürans teminatları, Bakanlık nezdinde kurulan kamu tüzel kişiliğini haiz Doğal Afet Sigortaları Kurumu (DASK) tarafından verilir.”
c) Yasa’nın 10.maddesinde deprem sigortası yaptırmak “zorunda” olanlar ve sigorta yaptırılacak binaların türü açıklanmış; 11.maddesinde tapu işlemleri sırasında, su ve elektrik bağlanırken binaların ve bağımsız bölümlerin Zorunlu Deprem Sigortası (ZDS) bulunup bulunmadığının denetleneceği uyarısı yapılmıştır. Bunları yukarda “Deprem Sigortası yaptırma zorunluluğu” bölümünde açıkladığımız için yinelemiyoruz.
d) Yasa’nın 13.maddesi 1.fıkrasına göre “Zorunlu deprem sigortasına ilişkin tarife ve talimatlar ile azami teminat tutarı her yıl Bakan tarafından belirlenir ve Resmî Gazetede yayımlanır. Sigorta primlerinin tespitinde; binanın yüzölçümü, inşaat türü ve kalitesi, binanın üzerinde bulunduğu arazinin zemin özellikleri, deprem riski ve benzeri unsurlar değerlendirilir.”
2.fıkrasına göre Zorunlu deprem sigortası bulunan ve deprem nedeniyle hasar gören binalara ilişkin tazminat, gerekli bilgi ve belgeler ile hasar tespitinin tamamlanmasını müteakip en geç otuz gün içinde ödenir.
3.ıkrasına göre “Zorunlu deprem sigortasına ilişkin uygulama usul ve esasları ile sigorta genel şartları Müsteşarlık (Hazine ve Maliye Bakanlığı ilgili birimi) tarafından belirlenir.
5- Sigortanın kapsamı
6305 sayılı Afet Sigortaları Kanunu’nun 10.maddesine ve Zorunlu Deprem Sigortası Genel Şartları A.1bmaddesi 1.fıkrasına göre ”634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu kapsamındaki bağımsız bölümler, tapuya kayıtlı ve özel mülkiyete tâbi taşınmazlar üzerinde mesken olarak inşa edilmiş binalar, bu binaların içinde yer alan ve ticarethane, büro ve benzeri amaçlarla kullanılan bağımsız bölümler ile doğal afetler nedeniyle Devlet tarafından yaptırılan veya sağlanan kredi ile yapılan meskenler zorunlu deprem sigortasına tâbidir.
A.1.maddenin 2.fıkrasına göre “Bu sigorta ile, depremin doğrudan neden olduğu maddi zararlar ile deprem sonucu meydana gelen yangın, infilak, dev dalga (tsunami) veya yer kaymasının sigortalı binalarda neden olacağı hasarlar (temeller, ana duvarlar, bağımsız bölümleri ayıran ortak duvarlar, bahçe duvarları, istinat duvarları, tavan ve tabanlar, merdivenler, asansörler, sahanlıklar, koridorlar, çatılar, bacalar ve yapının benzer nitelikteki tamamlayıcı kısımlarında meydana gelenler de dahil olmak üzere), sigorta bedeline kadar Doğal Afet Sigortaları Kurumu (DASK) tarafından teminat altına alınmıştır.”
6- Sigorta kapsamı dışında kalan binalar (Genel Şartlar A.2)
- 2946 sayılı Kamu Konutları Kanununa tâbi olan veya kamu hizmet binası olarak kullanılan binalar ve bağımsız bölümler,
- Köy nüfusuna kayıtlı ve köyde sürekli oturanlarca köy yerleşik alanları ve civarında ve mezralarda yapılan binalar,
- 634 sayılı Kanun kapsamında olsalar dahi tamamı ikamet dışı amaçlarla kullanılan binalar,
- Tamamı ticari veya sınai amaçla kullanılan binalar,
- Projesi bulunmayan ve mühendislik hizmeti görmemiş binalar,
- Taşıyıcı sistemi olumsuz yönde etkileyecek şekilde tadil edildiği veya zayıflatıldığı tespit edilen binalar,
- Taşıyıcı sistemi olumsuz yönde etkileyecek şekilde ilgili mevzuata ve projeye aykırı olarak inşa edilen binalar,
- Yetkili kamu kurumları tarafından yıkılmasına karar verilen binalar ile mesken olarak kullanıma uygun olmayan, bakımsız, harap veya metruk binalar.
7- Teminat Dışında Kalan Haller (Genel Şartlar A.3)
- Ölüm ve bedensel zararlar,
- Manevi tazminat istemleri,
- Enkaz kaldırma masrafları, kâr kaybı, iş durması, kira mahrumiyeti, alternatif ikametgah ve işyeri masrafları, mali sorumluluklar ve benzeri dolaylı zararlar,
- Her türlü taşınır mal, eşya ve benzerleri,
- Deprem ve deprem sonucu oluşan yangın, infilak, tsunami veya yer kaymasının dışında kalan hasarlar,
- Belirli bir deprem olayına bağlı olmaksızın binanın kendi kusur ve özellikleri nedeniyle zamanla oluşan zararlar.
8- Sigorta Bedelinin Tespiti (Genel Şartlar A.4)
Sigorta bedelinin tespitinde, sigorta edilen meskenin yapı tarzı için Hazine Müsteşarlığınca yayımlanan "Zorunlu Deprem Sigortası Tarife ve Talimatı"nda belirlenen metrekare bedeli ile aynı meskenin brüt yüzölçümünün (veya yaklaşık yüzölçümünün) çarpılması sonucu bulunan tutar esas alınır.
Zorunlu Deprem Sigortası yapılan bir meskenin sigorta bedeli, her halde "Zorunlu Deprem Sigortası Tarife ve Talimatı"nda belirlenen azami teminat tutarından çok olamaz
9- Tazminatın Hesabı (Genel Şartlar B.3)
Sigorta tazminatının hesabında, tam veya kısmi hasar olmasına bakılmaksızın, rizikonun gerçekleştiği yer ve tarihte, benzer yapı özellikleri göz önünde bulundurularak, binanın piyasa rayiçlerine göre hesaplanan yeniden yapım maliyeti esas alınır. Ancak sigorta tazminatı, hiçbir durumda sigorta bedelinden fazla olamaz.
10-Tazminatın Ödenmesi (Genel Şartlar B.4)
Tazminat miktarının yasa ve bu poliçe hükümlerine göre tespit edilmesinden sonra DASK, sigorta bedelini aşmamak kaydıyla kesinleşmiş olan tazminat miktarını en geç takip eden bir ay içerisinde hak sahibine ödemek zorundadır.
11-Yetkili Mahkeme ve Tahkim (Genel Şartlar C.6)
Bu sigorta sözleşmesinden doğan anlaşmazlıklar nedeniyle DASK aleyhine açılacak davalarda yetkili mahkeme, DASK’ın bulunduğu veya rizikonun gerçekleştiği yerde, DASK tarafından açılacak davalarda ise, davalının ikametgahının bulunduğu yerde, ticaret davalarına bakmakla görevli mahkemelerdir.
Sigorta sözleşmesinden kaynaklanan uyuşmazlıklarla ilgili olarak, uyuşmazlık konusu olayın üyelik tarihinden sonra meydana gelmiş olması halinde, Sigorta Tahkim Komisyonuna başvurulabilir. 5684 sayılı Sigortacılık Kanununun 30 uncu maddesinin on ikinci fıkrasında belirtilen tutara kadar olan kararlar her iki taraf için de kesindir. Sigorta Tahkim Komisyonuna başvuru ile ilgili ayrıntılı bilgi www.sigortatahkim.org adresinden edinilebilir.
12-Zamanaşımı (Genel Şartlar C.7)
Sigorta sözleşmesinden doğan bütün talepler, sözleşmenin sona ermesinden itibaren iki yılda zaman aşımına uğrar.
13-Zorunlu Deprem Sigortası hakkında görüşler
a) Zorunlu Deprem Sigortası, depremden zarar görenlerin gerçek zararlarını karşılamaktan uzak, adeta göstermelik bir düzenlemedir. Her ne kadar sigorta bedeli poliçede yazılı miktar değil, her yıl Bakanlıkça yayınlanan “Zorunlu Deprem Sigortası Tarife ve Talimatı” ile belirlenen tutar ise de, ek prim yaptırma olanağı sağlanmadığı için, sigorta bedeli, Tarife ve Talimatta yazılı olan en yüksek teminat tutarını aşamamaktadır. Doğal Afet Sigortalan Kurumu (DASK) bir sigorta şirketi değil, kamu kurumu olduğuna göre, ek prim ödenmesine gerek olmaksızın,riziko tarihinde geçerli Tarifede yazılı değerlerin uygulanması gerekir.
b) Ülkemizde gittikçe ağırlaşan ekonomik koşullar ve yüksek enflasyon nedeniyle inşaat maliyetleri olağanüstü artmıştır. Zorunlu Deprem Sigortası’ndan alınacak tazminatla bir daire satın almak veya yıkılan binayı yeniden yaptırmak mümkün değildir. Sigorta Genel Şartları B.3.1 maddesinde “tazminatın hesabında sigortalı binanın, rizikonun gerçekleştiği yer ve tarihteki piyasa rayicine göre hesaplanan yeniden yapım maliyeti dikkate alınacaktır” denilmiş ise de, maddenin devamında “Ancak sigorta tazminatı, hiçbir durumda sigorta bedelinden fazla olamaz” denilmekle, riziko tarihindeki gerçek maliyet üzerinden ödeme yapılamayacaktır.
c) 6305 sayılı Afet Sigortaları Kanunu’nun “Amaç ve Kapsam” başlıklı 1.maddesinde “Bu Kanunun amacı, binalarda deprem sonucu meydana gelebilecek maddi zararların karşılanmasını teminen yaptırılacak zorunlu deprem sigortası ile sigorta şirketlerince teminat verilemeyen veya teminat verilmesinde güçlükler bulunan çeşitli afetler ve riskler sonucu meydana gelebilecek maddi ve bedeni zararların karşılanabilmesini teminen sunulacak sigorta ve reasürans teminatlarına ilişkin usul ve esasları belirlemektir” denilmiş ise de Zo runlu Deprem Sigorta Genel Şartları’nın “Teminat Dışı Haller” başlıklı A.3 maddesinde “ölüm ve bedensel zararlar” için bir güvence verilmediğine; bina zararlarının da günün koşullarına göre gerçek değeri de ödenmediğine göre, Zorunlu Deprem Sigortası, depremlerden sorumlu Devletin bir aldatmacası, bir yasal savmadır.
d) Bize göre, Zorunlu Deprem Sigortası’nın gerçek zararları karşılayabilmesi için, Bireysel Emeklilik uygulamasında ve dövize endeksli banka hesaplarında yapıldığı gibi, Devlet katkısı olmalıdır. Böylece “rizikonun gerçekleştiği yer ve tarihteki piyasa rayicine göre” hesaplanan tazminat tutarı zarar görenlere ödenebilecek, zarar tam karşılanmış olacaktır.
e) Ayrıca Zorunlu Deprem Sigortası can zararlarını da karşılamalı; ölenin yakınlarına ve beden gücü kaybına uğrayanlara da tazminat ödenebilmelidir. Çünkü Hukukça ve Devletçe korunması gereken en yüce hak yaşama ve sağlık hakkıdır.